İLKEL OMNİPOTANSIN HAYATTA KALMAYAYÖNELİK İŞLEVİ

            Psikanalizin amacı, iki kişi (analist ve analizan) arasındaki ilişkiyi açıklamak ve derinleştirmektir. Ancak bu ilişkinin derinleşmesine engel olan ve kişiliğin omnipotan ve narsistik taraflarını yansıtan davranışlara yönelik bir çok analitik yorum yapılmaktadır.

            Bu yazıda; bahsettiğimiz yorumların, omnipotansın ilkel temellerini içerdiği durumlar anlatılacaktır. Bick (1968) bunun analiz sırasında hem çocuklarda hem de yetişkinlerde tanımlanabileceğini, ancak en iyi bebeklerde gözlenebileceğini belirtmiştir. Omnipotansın bu ilkel temeli, bebeğin annesi olmadığında tek başına hayatta kalmak için verdiği mücadeledir.

            Bick’in hipotezine göre çok küçük bir bebeğin kişiliğinin bölümlerinin birbiriyle bağlantısızmış gibi olduğunu, fakat bu bölümlerin pasif ve özensiz bir şekilde bir psişik deri tarafından bir arada tutulduğunu yaşantılanmaktadır ve bu psişik deri fiziksel deri ile eş tutulur. Bebek bu hassas psişik deri ihlal edilirse ya da yok olursa bütünlüğünün bozulacağından ve dağılacağından devamlı olarak korku duyar. Bu nedenle bebek, dikkatini vereceği kapsayıcı (container) bir nesne arayışına girer ve böylelikle kişiliğinin bölümlerinin bir arada tutulduğunu ve psişik derisinin sağlam olduğunu hissedebilir.

            En uygun kapsayıcı nesne, ağzına aldığı meme ucu ve bütün kapsayıcı işlevleriyle (containment) annesidir. Sonunda annenin kapsayıcı işlevleri içe yansıtılır ve içsel alan kavramı oluşur. Bunun öncesinde anne bebeğin sıkıntısını kapsama yeteneğiyle bebeğin psişik derisini güçlendirip, esnekliğini arttırıyormuş gibi hissettirir, böylece bebek kendi durumunu daha tehlikesiz olarak algılar.

            Eğer anne yoksa ya da ortamda bulunduğu halde duygusal olarak bebeğin sıkıntısını kapsama konusunda yetersizse, bebek kendini bir arada tutmak için yollar aramak zorunda kalır. Bebek, içinde bulunduğu durumun güvensizliği nedeniyle buna mecbur olmuştur. Diğer bir deyişle, bebek hayatta kalmaya yönelik olarak eyleme geçmek zorundadır. Bütünlüğünün bozulmasından, etrafa dağılıp bir daha bulunamamaktan ve birleştirilememekten büyük korku duyar. Bu korku, agorafobik bir insanın kaçındığı duruma maruz kaldığında hissettiği (o denli yoğun olmasa da) korkuya benzemektedir. Bahsettiğimiz bütünlüğün bozulması durumu yıkıcı bir saldırı sonucu ortaya çıkan parçalanmadan ayırt edilmelidir.

            Bebek kendini çok çeşitli yollarla bir arada tutar. Dikkatini bir duyusal uyarana (görsel, işitsel, dokunsal veya koku) odaklayabilir. Bu duyusal uyaran bebeğin dikkatini üzerinde topladığında, bebek bir arada tutulduğunu hisseder. Ayrıca bebek, durmaksızın  vücudunu hareket ettirebilir ve böylece sürekliliği olan, onu bir arada tutan deriyi hisseder. Eğer hareket durursa; bu bir boşluk, deride bir delik gibi hissedilir ve benlik buradan dışarıya akabilir. Yetişkinlerin kaygılandıklarında, bunu kapsayabilmek için bir aşağı bir yukarı yürümeleri de bu özelliğin kalıntılarıdır. Üçüncü bir yöntem de kasları sıkmaktır. Belli kas grupları birlikte sıkılır ve bu sert pozisyon korunur. Bu, her şeyi fiziksel olarak sıkı sıkı bir arada tutmaya yöneliktir. Böylece dışarı akmanın olabileceği hiçbir boşluk kalmamış olur. Bu yalnızca iskelet kaslarında değil iç organlardaki düz kaslarda da olur. Bu kasılma kolik veya kabızlıkla sonuçlanabilir.

            Aşağıda bir dizi haftalık gözlemlerden alınmış bir bebek davranışını tanıtacağız. Burada, bahsettiğimiz mekanizmalardan bazıları görülecektir.

            Dört haftalık bebek yüzüstü yatıyordu ve annesi onu uyandırmak için arka üstü çevirdi. Bebek dilini ağzının içine ve dışına doğru hareket ettirmeğe başladı. Sonra ellerini sallayıp ayaklarına doğru gerindi, ardından ayaklarını birbirine doğru hareket ettirdi. Mızıldanmaya ve annesi kendisini kaldırana kadar ellerini bir birleştirip bir ayırmaya başladı. Annesinin kucağında mızıldanması kesildi. Anne onu mindere yatırıp üstünü soymaya başlayınca bebek rahatsız olmuş gibi göründü. Kıvranmaya başladı, başını ve ayaklarını mindere bastırarak sırtını yay şeklinde gerdi. Annesinin yatıştırıcı tarzda konuşması üzerine sanki onu istekle dinliyormuş gibi kısa süre sakinleşti. Üzerinde kalan diğer kıyafetlerin çıkarılmasını, sırtın yay gibi gerilmesi izledi. Bu sırada gözleri sımsıkı kapalıydı ve yumruklarını sıkmıştı. Annesi bezini değiştirmek için bacaklarını kaldırdığında bebek hem ağlamaya hem de çişini yapmaya başladı. Bu olaylar dizisi, bebek için tekrarlayan stresli durumlardı ve her birinin ardından bebeğin kendini bir arada tutmaya çalışmasını gösteriyordu. Önce durmaksızın hareket etti. Daha sonra da kaslarını sıktı, özellikle de sırtını yay gibi gerdi ve bunun sonucunda başını mindere daha çok bastırdı. Başının mindere yapışmış gibi olması bebeğin dikkatini belli bir noktaya odaklıyor ve böylece ona bir yere tutunduğu hissini veriyordu. Anne onun ayaklarını kaldırarak bu durumu bozunca, bebek artık kendini daha fazla bir arada tutamadı ve hem gözlerinden hem de idrar kesesinden dışarıya döküldü.

            Bir diğer örnekte, görsel bir duyusal uyarana odaklanma yoluyla bir hayatta kalma mekanizmasını göreceğiz. “Gözlemci gider gitmez, annenin yorgun ve depresif göründüğünü fark etti. Anne karanlık kış akşamüstünden ve bebeğiyle birlikte yalnız hissettiğinden bahsetmişti. Gözlem sırasında daha sonra; bebek yıkanıp beslendikten sonra annesi onu mutfağa getirmiş ve yemek masasındaki bebek sandalyesine oturtmuştu. Bu sırada baba işten eve geldi ve gözlemciyi selamladıktan sonra hemen eşine işteki bir olaydan bahsetmeye başladı. Bebek kendisine ilgi gösterilmedikçe sesini yükseltiyordu. Anne bunu fark ederek bebeğin yanına gitti, onu biraz kucağına aldı ve tekrar sandalyesine oturttu. Sonra kendisinden ilgi bekleyen diğer kişiye, kocasına döndü. Bebek belirgin bir sıkıntıyla kıpırdandı, sallandı, yukarı baktı ve lambayı görüp ona daldı. Lambaya doğru gülümsedi, yüzü ve vücudu rahatladı, bir an cıvıldama gibi bir ses çıkarttı. Bebeği neyin sakinleştirdiğini görmek için dönen annenin yüzünde sıkıntı, hatta kırgınlık vardı. Sanki yanlış bir şey yapmış ve sabırsızlığı nedeniyle bebeği böyle bir davranışa itmiş gibi, bebeğin neden ışığa daldığını sordu. Bu örnek bize bebeğin dikkatini lambaya odaklayarak kendini bir arada tuttuğunu hissedip rahatladığını açıkça göstermektedir. Burada bebek lambayla açıkça bir ilişki kurar ve onu annesinin yerine koymuş gibi ona gülümser, cıvıldar. Annesi ise bebeğe zarar verdiğini ve onun tarafından reddedildiğini hissederek endişe duyar.

            Küçük bir bebek için annesinin ilgisini kaybetmek, düşürülmek gibidir. Artık tutulmadığını ve boşluğa doğru düşüyormuşçasına korunmasız, korkmuş hisseder. Bir daha asla yakalanıp kurtarılamayacağını düşünür. Böyle zamanlarda ya kendini bir arada tutacak ya da  hayatta kalamayacaktır. Zihnin bu ilkel evresinde bebek bütün dikkatini kendini bir arada tutmaya yöneltir. Onun düşünme şekli; tek boyutlu, tamamen tek yönlü ve düpedüz esneklikten yoksun olarak tanımlanabilir. Bu, Bick tarafından ortaya konmuştur: Bebeğin dikkatini odakladığı lamba söndürüldüğünde bu, bebek için bir felakettir ve bebek dışarıya dökülür. Deneyimi arttıkça, düşünce biçimi iki boyutlu olur ve bu durumda lamba söndürüldüğünde bebek hemen tutunabileceği başka bir nesne aramaya başlar. Yani bebek kısmen yeni bir nesneye geçebilme becerisi vardır ancak bunda fazla esneklik yoktur. Üç boyutlulukta ise hiçbir şeye tutunma zorunluluğu yoktur. Düşünce ve seçim için alan vardır.

            Büyük sıkıntı anlarında bebeğin kendini bir arada tutabilmek için başvurduğu bu hayatta kalma mekanizmalarının temelini anlamak, kişinin çocuk ve yetişkinlerdeki savunma mekanizmalarına da farklı bakmasını sağlayacaktır. Bence analizdeki çocuk ve yetişkinlerin kriz anlarında bunlara benzer hayatta kalma mekanizmalarını tekrar tekrar kullandıkları açıktır.

 Gözlemci açısından geçici ve anlamsız görünse bile onlar için kriz her an bütünlüklerinin bozulması ve akışkan hale gelme tehlikesiyle karşı karşıya olmalarıdır. Onların da baş etme yollarının başında kendini bir arada tutmaya çalışmak gibi infantil yöntemlerin geldiğini ve bunların ilk sıra savunmalar içinde yer aldığını görüyoruz. Bu yöntemlere başvururlar çünkü bunlar en azından görece etkin, tanıdık ve güvenilir olduğu bilinen yöntemlerdir. Bunlar daha sonra kişilik yapısının bir parçası haline de gelebilirler. Ancak ben bu bütünleşmemişlik korkusunu, çoğu insanın hayatının bir noktasında yaşaması muhtemel olan bir anksiyete olarak görüyorum.

            Bir hasta kendini bu infantil mekanizmalar ya da onların daha karmaşık türevleri sayesinde bir arada tutuyorsa; analitik ilişkiye karşı olduğu düşünülür ve analistten uzaklaşıyormuş gibi yorumlanır. Konuşmayı reddetme, bazı bilgileri saklama, duyguları açıklamaktan kaçınma gibi davranışların tamamı bebeksi benliğin dağılmasını önlemek için kasları sıkmanın değişik ifadeleri olarak görülebilir. Benzer şekilde diğer savunmacı tutumların, örneğin manik savunmadaki aşağılama ve üstünlük duygularının, obsesiflerin inatçılığının altında da kasları sıkmaya dair bir ilkel temel vardır.

            Durmadan konuşmak, yapay bir aceleyle konudan konuya atlamak, devamlı meşgul olmak; durmaksızın hareket etmeye dair ilkel savunmayla ilişkili olabilir. Benzer şekilde; eski davranış ve düşünme şekillerine takılıp kalmak, kalıp sözler ve klişeler kullanmak, önceki bir görüşmede analistin tepki vermiş olduğu eski bir bilgiyi gündeme getirmek de; devamlı ve değişmeyen, benliğin dışarı akabileceği hiçbir deliği veya boşluğu olmayan bir psişik deri yaratma çabalarıdır. Benliği fiziksel olarak bir arada tutmak için devamlı hareket etme veya kasları sıkma gibi fiziksel aktiviteler de kullanılır.

            Benliği bir arada tutmak için duyusal bir uyarana odaklanmak, en fazla ve en değişmemiş haliyle infantil otizminde görülür ki bu durumda  çocuk bir uyarana odaklanır ve kendini dış dünyaya kapatır. Televizyon izlerken veya özellikle de kulaklıkla müzik dinlerken, bunun daha hafif ve iki boyutlu halini görebiliriz. Ama bence “at gözlüğüyle bakmak” kişinin dağılmamak için etrafa bakmaktan ya da diğer ihtimalleri görmekten kaçınması da buna bir örnektir. Hastanın,  analistin sözleriyle ses tonunun birlikte oluşturduğu anlama değil de yalnızca sesine odaklanması da bu konuda bir başka örnek olabilir.

            Hastaların hafta sonunda eski yıkıcı davranışlarına dönmeleri daha olasıdır. Hasta başa çıkabildiğini söyler ancak analizi özlediğini belirtmemesi, analize karşı bir davranış içinde olduğu şeklinde algılanmasına sebep olur. Örneğin bir Pazartesi seansında bir hasta, hafta sonunda hayata karşı umutsuz hissetmesi nedeniyle oldukça üzgün olduğunu söylemiştir. Hasta bu durumdayken Freud’un bir kitabını açmış, okumuş, kafasında her şeyi yerli yerine oturtmuş ve umutsuzluğu azalmıştır. Bu, analistten uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. ‘Sana ihtiyacım yok. Senden daha iyi bir şey buldum: Freud’un kendisi, hem de evimde’. Bu yorum doğru sayılabilirdi ancak hastanın kendini bir arada tutmak amacıyla kendisi için bir şey yapmaya duyduğu ihtiyaç da göz önüne alınmamıştır ve sessiz bir kırgınlığa ve savunmacılığın artmasına neden olmuştur. Hasta kırılır çünkü genelde ebeveynler çocukları kendi sorunlarıyla baş ettiğinde onları ödüllendirirler. Yıkıcılık ve kendini bir arada tutma isteği birlikte ele alınıp yorumlandığında ise hasta kapsanmış ve anlaşılmış hissetmiştir.

            Hasta pazartesi günü, bir önceki hafta başardıklarını unutmuş olarak geldiğinde de benzer bir tavır alınabilir. Burada analist muhtemelen hastanın hafta sonunda (özellikle de verimli geçen bir haftadan sonra) yaşadığı “düşürülmüş olma” hissinin etkisini hafife alır. Eğer bu ayrılık, tutunmanın tamamen ortadan kalktığı şeklinde algılanırsa, dışarı akma (bellekten de) gerçekleşir. Böylece bir önceki hafta yapılanlar en azından geçici olarak zihinden gidebilir.

            Bir başka hasta da konuşurken daha çok psikanalitik jargonu kullanıyordu. Kendi davranışıyla ilgili yorumlar da yapıyor ve genelde analistin yorumlarını kendininmiş gibi kullanıyordu. Analist bunu (fikirlerinin sahiplenilmesini ve küçümsenmeyi) sadece hastanın kabul etmesi amacıyla yorumladı ve hasta bu yorumu kendi yorumladığı analitik bilgi olarak ortaya koyunca da hemen hastaya geribildirim verdi. Analist bunu; tek bildiği hayatta kalma yöntemine (durmadan konuşmak ve bunu kendi başına yapmak) tutunan çaresiz bir bebeğin durumu olarak yorumlayana kadar hastanın davranışında hiçbir değişiklik olmadı. Diğer bir deyişle, seansları ketleyici davranışın altında yatan hayatta kalma yöntemi çok daha ilkel düzeyde bir savunmaydı.

            Elbette analitik ilişkiden uzaklaşmak amacıyla kasıtlı olarak yapılan sayısız davranış vardır. Ben çoğu zaman bu tarz uzaklaşma davranışlarıyla hastanın ilkel bir bütünleşememe korkusuyla hayatta kalmak için yaptığı davranışların farkını gözden kaçırdığımı gördüm. Ancak bence bu ayrımın yapılması çok önemlidir çünkü savunma mekanizmalarının yanlış anlaşılması, onların pekiştirilmesine neden olacaktır. Hasta bu kaygılarını anlayıp tutacak kimse olmadığını hisseder ve bu nedenle kendisine tutunması gerektiğini düşünür.

            Lambaya tutunan bebekle ilgili örnekte anne reddedildiğini yani bebeğinin kendisinden uzaklaştığını hissetmiştir. anne bebeğinin lambaya gülümsemesine sebep olarak ona zarar vermiş olmaktan korkmuştur. Eğer anne bebeğin bu davranışını, çevreyi kontrol etmek için bir çaba olarak algılasaydı belki yine de suçluluk duyardı ancak reddedilmiş hissetmezdi.

            Bick’in bu ilkel omnipotant mekanizmalara bağımlı olmanın altında yatan hayat mücadelesine dikkat çekmesi, omnipotant davranışın anlamına ilişkin daha derin bir bakış açısı sağlar. Örneğin, omnipotant davranış yalnızca doğuştan gelen bir kötülük değildir.

            Bu hayatta kalma mekanizmalarının sürdürülmesi, kişiliğin etrafında adeta bir zırh, kabuk veya (Bick’in 1968’deki kısa makalesinde tanımladığı gibi) ikinci bir deri oluşturur. Kişinin işini kendi başına halletmesi gerektiğine dair inancı öylesine yerleşmiştir ki altta yatan  hassasiyete ulaşılması çok zordur. Bu tarz bir kişilik yapısı eskiden hastanede gördüğüm, karın ağrısı çeken 6 yaşındaki bir erkek çocukta açıkça görülüyordu. Söyledikleri ve yaptıklarının hepsi önceden tasarlanmıştı, inanılmaz derecede kontrollüydü ve savunma kalkanını bir türlü bırakmıyordu. Analizin başlarında; beklemediği bir şey olduğunda fiziksel olarak çöküyor ve bacakları güçsüzleşiyordu. Midesini tutarak iki büklüm oturuyor, solgun ve korkmuş görünüyordu. Bu çocuğu Bayan Bick ile tartıştım. Aşağıda seanstan bir bölümü ve Bayan Bick’in yorumunu sunacağım.

            ‘Hamurdan yaptığı arabayı yüksekten yere düşürdü ve bu sırada onun yenilmez olduğunu söyledi. Böyle kelimeler kullanmak onun çok tipik bir özelliğiydi. Birçok yönden küçük bir yetişkin gibiydi. Sanki bebekken dul annesinin uzun süre duygusal olarak eksikliği onun kendi kendisine bakmasını zorunlu kılmıştı. Hayatla tek başına baş edebilmek için gözlemlediği yetişkin davranışlarını taklit ediyordu. Kullandığı sözcüklerden bazıları, çok daha büyük insanların kullanacağı türden sözcüklerdi.

            Daha sonra metal bir arabayla oynamaya başladı ve onun bir James Bond arabası olduğunu, ters dönüp tekrar düzelmek ve suyu içinden gitmek gibi bir sürü değişik şey yapabildiğini söyledi. Metal arabayı hamurdan arabaya çarptırdı ve ona zarar verdi. “Bakın artık bir plakası var” dedi ve defalarca çarpıştırdıktan sonra da “Bir sürü plakası oldu” dedi. Sonra yaralı elini (okulda birisi ağır bir cisimle eline vurmuştu) ovuşturdu.’

            Bayan Bick şöyle dedi: ‘Yıkılmamak için her şeyi kontrol etmesi ve anlaması lazım çünkü yıkılırsa onu kaldıracak bir anne yok. Kendisine güvenmesi ve hiç kimseye bağımlı olmaması gerekiyor. Zarar gördüğünü ve yaralandığını inkar edebilmek için yenilmez olması (hamurdan arabayı düşürdüğünde söylediği gibi) gerekli. James Bond yenilmezdir. Kendisini tehdit eden öyle çok ve öyle kötü şeyler vardır ki hepsiyle kendisi başa çıkmalı ve düşmandan daha zeki olduğunu göstermelidir. Bu çocuğun James Bond olması lazım. Hiç kimseye güvenemez: ona yardım edecek kimse yoktur ve bu nedenle işini kendi başına halletmelidir. Burada James Bond’daki “Ben harikayım, ben en iyiyim” fikrinden bahsetmiyoruz. Burada konu: “Kendimi korumak için çok akıllı olmalıyım ve iyi düşünmeliyim” fikridir. Hamurdan arabaya zarar verdiğinde onun yenilmez olmadığını inkar etmeye çalışır yoksa korunmasız olduğunu kabul etmesi gerekecektir. Bunu inkar etmek için “Bakın bir plakası oldu. Bana hiçbir zarar veremedi aksine bana bir şey kazandırdı” der. Eğer yenilgiyi veya zarar gördüğünü kabul ederse yok olacaktır’.

            Elbette bunu yaparken kendine güveniyordu ve böylece omnipotansını arttırıyordu. Ancak bu, yardım teklifini geri çevirdiği anlamına gelmez. Aktarım düzeyinde ben, onun yokluğunu hissettiği annesi oldum. Tutulduğunu hissedinceye kadar bana güvenemedi ama “Kendi başıma halletmeliyim” zırhını bir türlü aşıp da tutulduğunu hissedemiyordu.

            Şimdi, analizdeki bir gencin bu mekanizmaları kullandığı bir örnek vereceğim. Bu örnekte; altta yatan parçalanma korkusunun önce yanlış ve daha sonra da doğru yorumlanmasının farklı etkilerini göreceğiz.

            Bu genç 16 yaşındadır ancak zihinsel kapasitesi yaşına göre geridir. o zamanlar bu genç, seanslarda oyun malzemeleri (oyuncak hayvanlar ve çitler) kullanıyordu. Bahsedeceğimiz seansta Simon, küçük çitlerden bazılarının kendi başına durmasını sağlamaya çalışıyordu. Çitler düştükçe Simon’un alaycı bir şekilde gülümsemeye başladığını fark ettim. Daha önceki seanslarda da ben ona o günkü seanstan neler anladığımı anlatırken bu şekilde gülümsemişti. Anladım ki, kendisinin yeterli beceri düzeyine ulaşmaya çalışan ancak daha çitleri bile ayakta tutmayı başaramayan (duygusal anlamda konuşursak, kendi ayakları üzerinde duramayan) küçük çocuk yönüyle alay ediyordu. Simon kendisine; bir ağabeyin küçük kardeşinin çevreye hakim olma çabalarına güleceği şekilde gülüyordu. Önceki seanslarda da bu tarz başarısızlıklarını alayla karşılayınca, ona kendi infantil benliğine (yani benim bebeğime) nasıl saldırmakta olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu, hiçbir değişme sağlamadığı gibi alaycı gülüşlerin (üstelik yetersiz olduğum için bana da yönelik olarak) artmasına neden oldu.

            Bu seansta Simon’un bu beceriksiz Simon’la özdeşim kurmaktansa ona gülmesi gerektiğini anladım. Zayıf, beceriksiz, engellemelerle dolu, muhtemelen öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış hissetmek istemiyordu. Alaycı kimlikle bu kadar çabuk özdeşim kurmasının da kendini bir arada tutmak için bir yol olduğunu fark ettim. Simon’un hassas bebek tarafı ile özdeşim kurması ise parçalara bölünme tehlikesi taşıyordu. Simon’un alaycılığını, (özensizce tutulan) bebek kimliğini bir arada tutmak için kullanılan bir savunma olarak görmeye başladıktan sonra daha etkili yorumlamalar yaptım. Onun alaycı savunmasını böylece yıkabildim ve onu savunmasız bıraktım ancak tutulduğunu hissediyordu.

            Simon’un bu acımasızca alaycı yönü seanslarda en sık ve en uygun şekilde, kaba ve sert derisiyle bilinen bir fil ile tasvir ediliyordu. Bir Cuma seansına tam iki dakika geç kalmıştım. İlk kez onunla bir görüşmeye gecikmiştim. Simon, benim beş dakika geciktiğimi ve bunun son gün olduğunu söyleyerek içeri girdi. Oyuncak bir buzağıyla bir domuzu dövüştürdü ve aynı çite sahip olmak istediklerini, bu yüzden kavga ettiklerini söyledi. Onunla görüşmeye gelmeden önce çocuklarımı okula bıraktığımdan şüpheleniyordu ve bu doğruydu. Ona, özellikle de hafta sonundan önceki son günde (üstelik her seferinde pazartesi dönüp dönmeyeceğim konusunda şüpheleri olurdu) geç kaldığım için incindiğini söyledim. Bu sırada benim kendi çocuğumla olduğumu ve ona ait olan 2 dakikayı (ona daha bile uzun gelmişti) kendi çocuğuma verdiğimi düşünmüştü. Bu yüzden o (buzağı) ve benim arsız domuz çocuğum, benimle geçirecekleri süre için kavga etmek zorunda kalmışlardı. Bunları ona anlattım.

            O da “İneklerin buzağıları olmaz” dedi. Söylediğine oldukça inanıyor gibiydi bu yüzden onun tam olarak ne ifade etmeye çalıştığını pek anlayamadım. Ona; ‘benim hafta sonundan önceki son günde geç geldiğim için adi bir inek olduğumu, onun beni terk edeceğini ve artık benim hastam (buzağım) olmayacağını’ söylemeye çalıştığını düşündüğümü söyledim.

            “Bebekler okşanmak ister” diyerek oyuncak buzağıyı okşamaya başladı ve kendi kendine kısa bir süre gülümsedi.

            İkimiz de onun acıyla nasıl baş ettiğini ve olası tehlikelere karşı dikkatini iyi biliyorduk. Okşama yoluyla bana; benimle ve muhtemelen benim içimdeki baskın kimlikle yaşadığı ilişkide başına gelecek herhangi bir acı verici durumdan kolaylıkla çıkıp durumunu nasıl düzeltebileceğinin mesajını vermeye çalışıyordu. Ben ona bunu anlatırken o iki fili birbiriyle dövüştürüyordu. Filler uzun dişleriyle birbirlerini yaralıyor ve acımasızca kafalarını birbirlerine tokuşturuyorlardı.

            Bunu; benim yorumuma bir cevap, ikili olarak ikimizin etkileşimine dair bir tepki olarak kabul ettim. O anda birlikteliğimizi; acımasızca, ölümüne bir savaş olarak görüyordu.

            Ona, bu yüzden kırgın ve kızgın hissettiğini ancak bunun sadece benim iki dakikalık gecikmemle ilgili olmadığını söyledim. Ben ilk kez geç kalmıştım ve bu onun için yıkıcı bir darbe gibiydi. Onu birden elimden düşürdüğümü ve artık onunla ilgilenmediğimi düşünmüştü. Bu şokla, kendini bir arada tutabilmek için elinden geleni yaptı. Öncelikle kendi bölgesini savunarak sonra da “İneklerin buzağıları olmaz” (diğer bir deyişle, kendisine bakacak bir annesi olmadığını ve bu yüzden kendine bakması gerektiğini söyleyerek) diyerek, ve en sonunda da içinde zarar görmeyeceği ancak bana zarar verebileceği (çünkü bu hafta sonu gecesinde kocam ve benim birbirimize zarar vermemizi istiyordu) sert fil derisine bürünerek bunu gerçekleştirdi. Daha sonra ona, onun beni ne kadar istediğini ve nasıl yüz üstü bırakılmış hissettiğini anlamadığımı söyledim. Bu yüzden yorumlarım ona duygusuz, kaba ve acımasız gelmişti.

            Simon rahatlayarak; ‘Filin üzerine soğuk su püskürtürsen sert derisi yumuşar’ dedi.

            En sonunda onun bebeksi benliğini gerçekten anlayabilmiş ve bir arada tutabilmiştim. Böylece onun zihin ve kas katılığıyla kendini bir arada tutma çabasından vazgeçmesini sağlamıştım.

            Önceki yorumuma baktığımda, direncine karşın ona ulaşmam gerektiği duygusunun farkındaydım. Diğer bir deyişle, onun sert derisini aşmak için güce ihtiyacım olacağını biliyordum. Beni her nedense acımasız olarak algıladığını göstererek dirençle karşıladıktan sonra onun hassas ve korunmasız infantil benliğinin gerçekten farkına varmıştım. Muhtemelen benim bunu geç anlamamın sebebi kendi sert derimdi (beni bu oldukça acı verici, ilkel duygusal yaşantının farkındalığından koruyordu). Belki de daha önceki deneyimlerimin etkisiyle; onun saldırganlığını, kendini tatmin edici okşamalarını ve  alaycılığını yorumlamanın daha önemli olduğunu düşünmüştüm. Bu yüzden geç kalmamdan kaynaklanan travmanın devam eden etkisini tam olarak fark edememiştim.

            Sonuçta; bence bağımlı olma korkusunun altında bu ilkel bütünleşmeme korkusu yatar. Yani infantil çaresizlik duygusu hissetmek, geçmişteki tutulmama halinin etkilerini taşır. Bu da hastayı kendisini bir arada tutması için motive eder. Önceleri bu hayatta kalma çabası ile yapılır. Ancak zamanla bu savunma mekanizmaları kişiliğin içine yerleşir. Bu mekanizmalardan bazıları sosyal uyum davranışlarına ve özel becerilere dönüşürken bazıları da ilerideki duygusal gelişimi ketleyecek diğer omnipotant savunma mekanizmalarının temelini oluşturur.

ÖZET

            Bu yazıda, bebeğin kapsayıcı bir nesnenin yokluğunda kendini bir arada tutabilmek için kullandığı ilkel omnipotant savunmaların hayatta kalmaya dair işlevinin yorumlanmasının önemi anlatılmaya çalışılmıştır. Bu ilkel savunmalar Esther Bick tarafından tanımlanmıştır. O bu savunmaları bebekleri gözlerken ve çocuk ve yetişkinleri analiz ederken fark etmiştir. Bunlar, dikkati bir duyusal uyarana odaklamak, durmaksızın hareket etmek ve kasları kasmaktır. Bu mekanizmalar bebek tarafından hayatta kalmak için geliştirildiğinden birbirlerine bağlıdırlar. Sadece zararları üzerinde durularak yorumlanmaları analist ve analizan arasında ileriye dönük yanlış anlamalara sebep olacaktır. İleride oluşan birçok savunma mekanizmasının bu ilkel mekanizmaları temel alarak oluştuğu düşünülmektedir.

Joan Symington