ERGEN ve TRAVMA
Ergenlerle çalışan her klinisyenin yaşayacağı ortak deneyim, ergenin sağaltımı kabullenmesinde, dahası sürdürebilmesinde yaşadığı ve yaşattığı güçlüklerdir. Ergenler bir çocuk gibi kliniğe getirilemezler ve kendi başlarına başvurabilmek için ise, sıklıkla yardıma ihtiyaç duyarlar. Ergenin anksiyetenin belli ölçüde anlaşılabilmesi ve bu kapasitenin geliştirilebilmesi sağlanamadığı durumda, ergenin belli bir sağaltım programını sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle ergenlerle çalışırken sağaltıma geçilmeden önceki değerlendirme süreci büyük önem kazanır. Travma sonrası değerlendirme ise zaten zor olan bu süreci daha da karmaşıklaştıracaktır. Bu yazıda travma sonrası uzman yardımına başvurmaya karar vermiş bir ergeni değerlendirirken dikkat edilmesi gereken bazı önemli konular tartışılacaktır.
Bir travma yaşamış ve yardım isteyen bir ergenle karşılaştığımızda, bu ergenin yaşadığı travmatik olay sonrası, ailesinden, arkadaşlarından ya da yakın çevresinden aldığı sempatik ve anlayışlı desteğinin yaralarını sarmada yeterli olamadığını öngörebiliriz. Ergen gün geçtikçe iyiye gideceğine daha da kötüleştiğini hissetmiştir.
Travma sonrası değerlendirmenin en temel taşı, gerçek bir “dinleme”dir. Bu, ergenin kendisi ve deneyimleri ile hayali bir özdeşim yapmayı gerektirir. Travmatik yaşantının ya da buna bağlı gelişen yoğun duyguların dinlenmesi sırasında, klinisyen kendisini kaptırarak bu yoğunlukta bunalmaya başladığında, doğal bir savunma olarak daha fazla yoğunluğun girişine engel olmaya yani kendini korumaya çalışacaktır. Bunun sonucu olarak da istemeden, travmatize ergenin algısı onaylanmış olur; yani onun başına gelen, ve hala etkisini yoğun bir şekilde yaşadığı travmatik olay(lar), gerçekten de katlanılamaz bir durumdur. Bu nedenle kimse ona yardımcı olamaz ve tekrar hayata dönebilmesini sağlayamaz. Travmaya uğramış ergen, alt üst olmuş dengesine tekrar kavuşabilmeyi arzulamaktadır. Bu yönde yardımcı olabilmenin en temel kuralı, klinisyen olarak, belki de en önemlisi bir “erişkin” olarak, tüm dengeleri alt üst eden bu duygu yoğunluğunun karşısında bunalmamayı başarabilmektir. Bu nedenle karmaşık bir dengenin korunması gerekir. Yani, ergene, travmatik yaşantısını gerçek boyutu ile algılayabilecek kadar yakın olurken, bu duygu selinin çarpıcı gücü karşısında yıkılmadan kalabilmek için belli bir mesafede durabilmek şeklinde açıklanabilir. Bunu gerçekleştirebilmek, dinamik psikiyatri dilinde “Container -kapsayıcı” olabilmek, bu nedenle çok önemli ve bir o kadar da zor bir iştir. Önemlidir; çünkü “container/contained – kapsayıcı/kapsanan” deneyimi yaşanmadan tedavi gerçekleşemez. Zordur; çünkü bu ergenin, bizi güvenilir ve insan yönümüzle algılayabilmesine dek geçecek sürede –ki bu süre aylar, bazen yılları gerektirir, bizi bazen aşırı ideal ve omnipotan bazen de tehlikeli ve malign olarak görmesine bağlı gelişen bize yönelik korku ve nefret duyguları ile baş edebilmemizi gerektirir. Bu aşamada kuramsal bilgi klinisyen’in kendi iç dengesini koruyabilmesinde destekleyici ve koruyucu bir işlev üstlenebilir. Ancak bunun yanında profesyonellik kisvesi altında her hangi bir kuramın duygusal alışverişi kısıtlayan bir savunma aracı olarak kullanması riskini de gözden kaçırmamak gerekir.
Klinisyen, tecrübesini ve elindeki verileri beraberce kullanabilmek ve karşısındaki ergenin başına neden bunların geldiğini, neden bu olaya – bu tür bir tepki verdiğini anlayabilmek ve ona yardımcı olabilmek için, kuramsal bilgiyi kullanır. Bu nedenle ergenin travma sonrası ruhsal değerlendirilmesini tartışmaya başlamadan önce, travma ve ergen kavramları hakkındaki kuramsal bilgilerimizi gözden geçirelim.
Travma bir çeşit yaradır. Bir olayı travmatik olarak tanımladığımızda, aslında Yunanca’da derinin delinmesi, vücut bütünlüğünün kaybolması anlamına gelen bir kelimeyi ödünç almış oluyoruz. Freud 1920’de bu terimi kullanarak yaptığı benzetmede, insan ruhsal yapısının da olaylar karşısında yara alabileceğini, delinebileceğini anlatmak istemiş ve ruhsal yapının bir çeşit koruyucu çeper ile kaplı olduğunu ve bir filtrasyon mekanizmasının varlığını tanımlamıştır. Bu tanımlamaya göre, beyin, dolayısıyla ruhsal yapı, gelişimi sırasında maruz kaldığı yüksek miktarda ve yoğunluktaki algılara karşı seçici bir geçirgenlik gösterir. Ruhsal dengenin ve gelişimin sürdürülmesinde, bu seçici geçirgenliğin, çeşitli uyaranları algılayabilme kapasitesinden çok, aşırı orandaki uyaranlara kendini kapayabilme özelliği daha önemli bir işlev olarak karşımıza çıkar.
Bebekler ve çocukların, gelişiminde eğer her şey yolunda gidiyorsa, iç ve dış algıları filtre etme görevi anne ya da bakım veren tarafından yerine getirilmektedir. Bu görevi, bebeğin ya da küçük çocuğun belli bir zaman içinde kaldırabileceği oranda algının geçişine izin verme şeklinde yapar. Çevresel ve coşkusal aşırı yaşantılara karşı yavrusunu korur.
Ergenler için durum biraz daha değişiktir. Bazıları, kısmen anne ve babalarından kazandıkları olumlu yetilerle, kendilerine olumlu nesnelerden oluşan bir iç dünya kurabilmiş, kısaca kendine bakabilme yetisine ulaşabilmiş iken, bazıları ise bu düzeyde bir otonomiye ulaşmaktan çok uzak olabilir. Yine bazıları, bir takım karmaşık ve karanlık içsel nedenlerden ötürü, kendine zarar verme arzuları doğrultusunda aktif olarak riskli ortamları ya da aşırı uyarılmayı aramaktadırlar.
Kendisini, kendine bakabilecek kadar olgunlaşmış hisseden bir ergen bile bazı olaylar karşısında normal işlevselliğini sürdüremez hale gelebilir ve dayanılmaz bir yetersizliğin içine düşebilir. Olay sonrası yaşanan ani tepkiler ve konfüzyon dışarıdan izleyenler tarafından rahatça gözlenebilirken, zaman geçtikçe, bunlar ergenin iç dünyasının derinliklerindeki nesneler ve bu nesnelerin aralarındaki ilişkiler yumağında, yani ergenin kimliğinde yerini bulur.
Tabii ki her travmatik olay bu denli altüst edici olmayabilir. Bazı olaylar karşında çeper bütünlüğünde oluşan yırtıktan kendini koruma çabası içine giren ruhsal yapının bir takım savunma düzeneklerini harekete geçirdiği gözlenir.
“Okulların kapanmasına yakın halı sahada top oynarken ayağını kötü bir şekilde burkan Taner’e, acil serviste müdahale eden hekim ayağında çatlak olduğunu ve alçıya alınması gerektiğini bildirdiğinde, Taner ısrarla röntgen filminin tekrarlanmasını ister, ona göre röntgen çekilirken ayağını oynatmış ve bu nedenle filmde hata oluşmuştur. Aradan yarım saat geçtikten sonra olayın şoku hafiflemeye başlar ve Taner, yaz tatilinin bir bölümünü evde yatarak geçirmesi gerektiği gerçeğini kavramaya başlar. Uğradığı zararın boyutlarını bir süre inkar ederek, bu durumu yavaş yavaş kabullenmeyi tercih eden Taner, böylece kendini bunaltabilecek duygu yoğunluğunu kontrol edebilmiştir.”
Bazen, bir takım gerçekler baş edilemez düzeyde olduğunda, savunma buna bağlı olarak daha şiddetli olmaktadır. Freud, psikoza giden yolda, deliran düşüncenin gelişimini, egonun gerçek dünya ile ilişkisinde oluşan yırtığı/kopukluğu kapatmak amaçlı “yama koyması” şeklinde tanımlar. Kolay incinebilen bir yapı, deliran düşünceyi, gerçeğin kabullenilmesi sonucu ortaya çıkacak dağılma tehlikesine karşı yama olarak kullanır.
“Marmara depremi öncesi normalin alt sınırlarındaki mental düzeyi ile orta düzeyde işlevselliğini sürdüren Ali, deprem sonrası hasarlı evini ve çok sevdiği mahallesini bırakarak akrabalarının yanına Balıkesir’e göç eder ve 2 yıl sonra tekrar yıkılan evlerini ziyarete gelene dek önemli bir sorunu olmaksızın yaşamını ve eğitimini sürdürür. 2 yıl gibi uzun bir süreden sonra, belki de o ana kadar inkar ederek baş edebildiği gerçekle tekrar yüzleştiğinde, evini, arkadaşlarını, mahallesini gerçekten kaybettiğini fark eder. Önce ağır depresif yaşantı ve çok geçmeden psikotik bir sürecin içine girer. Takip edildiği, herkesin onun kötülüğünü istediği düşünceleri iç dünyasına hakim olmuştur.”
Ali, baş edebileceğinden çok daha fazla yoğunlukta ve çeşitlilikte uyaranın baskınına uğramıştır. Ali için, yerleşmekte olan bir yaşam düzeni, dünyanın kendi benliğindeki yerleşmekte olan öngörülebilirliği, oluşumunu henüz tamamlayamamış mental yapısı ve savunma düzenekleri yerle bir olmuştur. İç dünyasının derinliklerinde deprem öncesine dek bir takım mekanizmalarla baş edilebilen ilkel korkular, dürtüler ve anksiyeteler tekrar hayat bulmuştur. Temel nesnelere yönelik, hatta dünyanın kendisine duyulan güven duygusu sarsılmıştır.
Dünyanın öngörülebilirliğine ve hem iç hem de dış nesnelerin koruyucu özelliklerine olan inancın kaybı kötü nesnelerin zulmüne ve gücüne yönelik korkuların ortaya çıkmasını sağlar. Bu, bireyin dünyaya geldikten sonra yaşadığı en ilkel paranoid düşüncelerine hızlı bir kayıştır. Dış dünyadaki travmatik bir olay, iç dünyamızdaki en kötü fantezi ve korkuları doğrulayıcı bir nitelik kazanır – yani ölümün kaçınılmazlığı ve bizi kötülüklerden koruyan iç ve dış nesnelerin yetersizliği sonucu bireyin kötü nesneler tarafından yok edilmesi tehlikesinin varlığı. Yani, travma, Freud’un tanımladığı gibi sadece koruyucu çeperin bütünlüğünü bozmakla kalmaz, buna ek olarak, iyi nesnelerin bizi kötülüklerden koruyacağı inancının ortadan kalkması ve bunun bir sonucu olarak da uzun dönemde ergenin kişilik yapılanmasındaki sorunları da beraberinde getirir.
İyi olduklarına ve bizi koruyacaklarına inandığımız içsel nesnelerin yetersiz, dikkatsiz ve ihmal eden daha kötüsü malign huylu oldukları inancı gelişmektedir. Bion, açlık hissinin, bebek tarafından besleyici nesne yokluğu şeklinde değil, saldırgan bir nesnenin varlığı şeklinde yorumlanacağını belirtir. Yani, güvenilir içsel iyi nesnelerin kaybı ile birlikte içsel kötü nesnelerin gücü artmaktadır.
En ilkel korkular ve fantaziler, travmatik olayın yarattığı etkiye değin, ruhsal aygıt içerisinde kısmen baş edilebilirler. Ancak travmanın etkisi ile birlikte büyük bir güç kazanırlar ve darmadağan olan içsel dünyanın tekrar anlamlandırılmasına çalışılmaya başlandığında şimdiki travmatik olaya geçmişten gelen anlamlar katarlar. İşte bu, yani geçmişin şimdi ile bütünleşmesi durumu, travmanın açtığı yaraların kapatılmasını zorlaştıran en önemli engeldir.
Travmanın ergenin ruhsal yapısında yarattığı etkiyi daha iyi anlayabilmek için Freud’un anksiyete ile ilgili çalışmalarından da yararlanmaktayız. Ruhsal yapıyı etkileyecek güçte bir travmatik olay ruhsal aygıtın doğacak anksiyeteye karşı her türlü savunma düzeneğini harekete geçirmesine neden olur. Bunun sonucu olarak, anksiyeteyi tetikleyen olay dış dünyada olmaktayken, benliği bunaltacak düzeydeki anksiyete içsel kaynaklıdır. Freud 5 temel anksiyete kaynağı tanımlamıştır. Bunlar hem evrensel hem de herkes için potansiyel olarak travmatiktir. Doğum, Kastrasyon Anksiyetesi, Sevgi Nesnesinin Kaybı, Nesnenin Sevgisinin Kaybı ve son olarak belkide en bunaltıcısı Yok Edilme Anksiyetesi. Bu anksiyetelerin ortak bir özelliği yaşam için kaçınılmaz olan bir şeyden ayrılma ya da kaybetmeyi içermesidir, buna hayatın kendisi de dahildir. Bu nedenle psişik yapının ölümü fark etmesine yol açarlar. Frued’a göre ego gerçek bir olaya bağlı gelişen anksiyete (otomatik anksiyete) ile bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunda ortaya çıkan anksiyeteyi (sinyal anksiyete) birbirinden ayırabilir. Ancak travmaya maruz kalmış biri egonun artık yaşamı tehdit edebilecek gibi görünen herhangi bir durumda sinyal anksiyeteye inanacak durumu da kalmamıştır ve otomatik anksiyeteye hemen devreye girer. Bu sembolik düşüncenin kaybolmasında önemli bir faktördür. Yaşanmış travmayı anımsatacak en ufak bir koku, ses ya da durum flashback adı verilen yoğun anksiyete yanıtının doğmasına neden olur. Sinyallere ya da uyarılara kulak verecek bir alan ve kapasite kalmamıştır. Her defasında travma tüm gerçekliği ile bir kez daha oradadır.
Travmatik bir olay ardından ergen birçok şey kaybeder. Bazen en sevdiği yakınını ve hemen her zaman da, travma öncesindeki bütünlüğü az çok korunmuş kendiliğini. Bu durum bir yası kaçınılmaz kılar. Ancak kaybettiği kendiliğinin yasını tutabilmek yerine patolojik yolu seçerek kaybettiği tarafı ile özdeşim yapanlara da rastlanır. Bu bizi Freud’un “Yas ve Melankoli” adlı yazısında ayrıntıları ile tanımladığı melankoliye götürür. Yani, klinik olarak karşımıza kronik travma sonrası stres bozukluğu (PTSB) ya da kompleks PTSB tablosunda gelen bir ergeni, başka bir pencereden bakıldığında Melankoli tanısı da alabileceğini de gösterir.
Şu ana kadar travmatik olay karşısında ergenlerin verebileceği ortak tepkilerden bahsettik. Ancak burada kişisel özellikler ve hassasiyetlerin büyük önemini de vurgulamak gerekir. Her hangi bir travmatik olayın ergen üzerinde yaratacağı stress miktarını (aşağı yukarı) hesaplayabiliriz ancak her ergenin bu olaya vereceği tepkiyi hesaplamak neredeyse imkansızdır. Ergenin iç dünyasını şekillendiren nesne ilişkileri, geçmiş öyküsü, karakteri ve kültürü gibi birçok farklı özelliği vardır. Aynı ergen farklı gelişim dönemlerinde aynı tip olaya farklı tepkiler de verebilir.
Kötü şans göz önüne alındığında gerçekten de birçok olayda kötü şansın önemli bir yer tuttuğu bir gerçektir. Yaşam zaten kendi içinde birçok riskleri beraberinde getirir. “Her sabah evden çıkar arabaya ya da otobüse bineriz, bu trafikte karşıdan karşıya geçeriz, deprem bölgelerinde yaşamaya devam ederiz. Tatillerde riskli sporlar denemeye bayılırız”. Anlaşılması daha karmaşık olan, oluşturabileceği riskleri üstlenmekten kaçarak, gözü kapalı bir şekilde tehlikeli davranışlara kalkışan ergenledir. Kask takmadan motorsiklet sürmek, sigara, alkol ya da uyuşturucu kullanmak, gelişi güzel cinsel deneyim yaşamak ergenleri düşündüğümüzde hiçte yadırganacak davranışlar değildir.
“Doktor olan annesi tarafından getirilen Ayşe’ye daha önce gören psikiyatristler (kimisi sadece anneyi dinlemiş) dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı koymuş. Öğrendiğimize göre Ayşe, geçmişte çok zeki ve başarılı bir öğrenci olmasına rağmen üniversite sınavında başarılı olamamıştı. Anneye göre bunun tek nedeni Ayşe’nin akıl almaz dikkatsizliğiydi. Değerlendirme görüşmelerinin 3.sünün sonuna doğru Ayşe geçtiğimiz yıl erkek arkadaşı ile arasında geçen ve oldukça travmatize olduğu bir olayı anlattı. Erkek arkadaşını kendi evlerine gizlice almış ve üst kattaki odada sabaha kadar beraber olmuşlardı. Bu olay anne babasının onları yatakta bulmaları ile kalmamış, erkek arkadaşı da daha sonra okulda herkese Ayşe ile yattığını söyleyerek, Ayşe’nin hem evde hem de okulda bir anda feci şekilde gözden düşmesine ve hakarete uğramasına yol açmıştı. Ayşe’nin acısı çok büyüktü, arkadaş çevresi tarafından dışlanmış, ve yine doktor olan babası olaydan bu yana Ayşe ile tek bir kelime konuşmamıştı. Ayşe bu acıları çekmektense ölmenin daha iyi olacağı düşünceleri ile boğuşmaktaydı. Ancak, öte yandan akla gelen bir soru da neden bu kadar zeki bir genç böyle bir olaydan kalkışmakla başına gelecekleri öngörememiş ve kendini korumak için gerekli önlemleri alamamıştı.”
Burada işin içinde birçok mekanizma olabilir. Örneğin, kısıtlayan, eleştiren bir nesneye karşı başkaldırı ve meydan okumanın eyleme vurulması ya da kendini tehdit altında hisseden bebeğin yaşayacağı duyguya karşıt olarak omnipotansına sığınmasında olduğu gibi, ergenin yetersiz bir ebeveynin, tedbirsiz ve dikkatsiz tarafı ile omnipotan bir özdeşim yapması ya da dış dünyada çeşitli krizler yaratarak, bu olayın yaratacağı duygusal ve yaşamsal etkilerin arkasına sığınıp, içsel çatışmalardan, boşluk hissinden ya da kayıplardan kaçınmayı sayabiliriz. İçsel nedenleri her ne olursa olsun, ergenlerin bazen kendi hayatları için nelere mal olacağını fark edemedikleri, çok güçlü kendine zarar verme eğilimleri olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekir. Bu nedenle ergeni ve yaşadığı travmatik bir olayı değerlendirirken, bahsi geçen olay ile ergenin psikopatolojisi arasında ne gibi bağlar kurulabileceğine de bakmak gereği vardır.
Bu olay öngörülebilir bir olay mıdır yoksa tamamen rastlantısal mıdır? Ergen kendisini bu olayın içine nasıl sokmuştur? Ve ergen kendine zarar verme süreçlerinden ne kadar haberdardır?
Bkz. ŞEKİL
Bu şekildeki iki eksen; kişisel ve olay eksenleri, görülmektedir. Yatay ekseni oluşturan olaylar ekseninin iki boyutu vardır. Birincisi, olayın insan eli ile (savaş, uçak kazası) ya da doğal afetler (deprem, sel vb) sonucu meydana gelmesi düzlemi iken ikincisi olayın kaza mı yoksa kasıtlı mı olduğunu inceler. Dikey eksen bireysel faktörü ele alır. Burada travmanın öngörülebilir (yüksek riskli sporlar, kasksız motor kullanma vb) ya da öngörülemez (tren, otobüs kazası vb) olduğu önem taşır.
Burada önemli olan nokta, bir travmatik olayın öngörülebilirliği arttıkça daha az travmatik etkisi olur gibi yanlış bir çıkarsama yapmamasının gerekliliğidir. Öngörülebilecek travmatik olaylara maruz kalan ergenler de pekala deprem yada sel felaketi gibi öngörülemeyecek olaylara maruz kalanlar kadar belki bazen onlardan daha çok travmatize olabilirler. Freud’un da dediği gibi bilinçdışında ölüme yönelik iki karşıt inanç mevcuttur, biri ölümün kaçınılmazlığı diğeri de bunu inkarı. İnsanın kendisinin ya da sevdiği bir yakının ölümü ile burun buruna gelmesi bu iki inancında karşılaşmasını sağlar. Değerlendirme sürecinde, travmatik olay ile ergenin kendine zarar verme yanının ilişkilendirilebileceği ihtimali kuvvetlenirse, tedavi için muhtemel bir hedef belirlenmiş olacaktır. Çünkü tedavi sürecine ergenin bu yanı ile yüzleşmesi sağlanabildiğinde ilerleme şansı doğmuş olur. Ancak bu gibi durumlarda tedavi süreci karmaşıklaşmış ve uzamıştır. Bir taraftan ergenin kendisini riskli durumlara sokan psikopatolojisi işi zorlaştırmaya devam ederken, diğer yandan kendine zarar veren tarafını fark etmeye başlama ile birlikte o ana kadar bastırma yolu ile kaçınmayı başarabildiği, bu trajik olaydaki payından doğacak suçluluk duygusu ile belki de ilk kez yüz yüze gelmek zorunda kalacaktır. Bu zor ve bunaltıcı hedefin aşılabilmesi tedavinin sonucunu belirleyebilir.
Bilinçdışında herkes ölümsüz olduğuna inanır ta ki ölümle yüz yüze gelene dek. Travmanın insan üzerindeki etkisi üzerinde çalışanlar er ya da geç Frued’un “ölüm içgüdüsü” adı verdiği kavramla tanışmak zorunda kalacaklardır. İnsan yaşadığı sürece iki farklı yöne doğru çekilmektedir, biri yapıcı, anlam kazandıran “yaşama” kısmı diğeri ise yıkan, dağıtan “ölüm” kısmı. Hanna Segal “Tüm acılar yaşamla birlikte var olur” der ve bazı durumlarda bu acıları sonlandırmak isteyen, mücadele etmekten kaçınan taraf güç kazanabilir. Freud’a göre yaşamın kendisi bu iki eğilim arasındaki çatışma ve uzlaşmadan ibarettir. Bu iki eğilim arasında içsel kışkırtmalar, ayartmalar güncel yaşamda ergenin birçok sportif aktivitesi yolu ile “adrenalin sporları gibi”, dışsallaştırılır ve böylece ölüm ile sadece karşılaşılmaz aynı zamanda eğlenceli ve yaratıcı bir şekilde onunla baş edilmiş olur.
Ancak travmatize olmuş ergenlerde bu tip olayların bazen farkında olarak bazense sembolik düzeyde kompulsif olarak tekrarlanması yaratıcı ve eğlenceli olmaktan uzak sonuçlar doğurabilir. Bu tekrarlar, ergenin travma sonrası sürecinde tıkandığına ve bu acıyı işleyemediğine işarettir.
Freud bunu küçük oğlan çocuğunun karyolasında sembolik tekrar yaşantılama denemeleri ile açıklamıştır. Bu örnekte, beşiğinde annesi tarafından yalnız bırakılan bir bebeğin elindeki pamuk parçasını beşiğinden aşağı tekrar tekrar atarak her defasında “gittiiii…” diye tezahürat etmesi anlatılır. Bu durumda bebek, pasif durumundan, aktif bir konuma geçerek annesi tarafından terk edilmesine bağlı gelişen duygularına hakim olmaya çalışmaktadır. Bu gözlemin yorumu sadece bununla kalmayabilir. Bu sürece, annesinin yerine onun sembolik karşılığından öç alma duygusu da eşlik ediyor olabilir. Olay tersine döndürülmüş ve rahatsız edici duygular uzaklaştırılmıştır. Bu örnekte, tekrarlama, tersine çevirme ve öç alma isteği oldukça masum bir eylem olarak görülse de, ciddi travmatik olayları takip eden çalışmalarda önemli rol oynar. Bu çalışmalarda terapistin yaşadığı dayanılmaz karşıt-aktarım duygularını anlatan birçok yazı bulunmaktadır. Bazı durumlarda, travmayı tersine çevirmeye çalışmak, ne sadece sembolik anlamdaki nesneden öç almaya çalışmak, ne de iç dünyasında baş edemediği yoğun ruhsal sıkıntısını, baş edebileceğini düşündüğü bir başka nesneye aktarma amacı taşımayabilir. Bu, ergenin kelimelere dökülemeyecek düzeydeki acısı ve sıkıntısını karşı tarafa bir iletme şeklide olabilir. Bizim en ilkel ve dolayısı ile en güçlü iletişim yöntemimiz olan yansıtmalı özdeşim, belki de sınırlarda yaşayan bir ergen için yaşadıklarını söze dökebilmesine yardımcı olacak bir erişkine kendini aktarabilmesinin tek yolu olabilir.
Sonuç olarak, travma
sonrası değerlendirme görüşmelerini sorularla yönlendirmeye çalışmaktansa
ergeni takip etmek, travmatik olayın kendisinden çok o anda oluşan aktarım
ilişkisine odaklanmak, bize o ergenin iç dünyası ve dolayısı ile travmanın
açtığı yaranın boyutu konusunda daha sağlıklı ve güvenilir bilgiler verecektir.
Yardıma ihtiyacı olduğunu fark eden genç için kendini daha iyi hissedebilmesine
giden yolun uzun ve sancılı bir süreç olacağını kavrayabilmesini sağlamak
değerlendirmenin asıl amacı olmalıdır. Bu nedenle değerlendirme süreci ve bu
süreçte “terapötik bir alan” oluşturabilme, kendi başına terapötik bir yaklaşımdır
ve umudunu yitirmenin sınırına gelmiş, travmanın yıkıcı etkisi altında ezilmiş
birçok ergen için bir dönüm noktası olabilir.