ERGEN VE AİLE

 

Ailenin bir üyesinin ergenliğe girmesi genellikle tüm aile için zor bir deneyimdir. Ergenin gelişimsel girdabı tüm aile bireylerini de içine çeker. Sorun yaşayan ya da sorun yaşatan bir ergene sahip olan aileler sıklıkla aile dışında bir kurumdan ya da kişiden yardım isteyebilir. Bu bazen aileden bir büyük ya da okul ortamından bir uzman olabileceği gibi, bazı durumlarda da aile bir ruh sağlığı kliniğinden yardım almaya karar verebilir. Bu yazıda bu tür bir başvuruda izlenebilecek yollar ve bu ailelerle çalışma alternatifleri, dinamik psikiyatri penceresinden ele alınacaktır.

Öncelikle sıradan bir ailenin çocuğunun ergenliğe erişmesi ile aile içinde ortaya çıkan kaçınılmaz değişikliklere ve bunun yol açabileceği farklı düzeydeki düzensizliklere bir göz atalım;

* Ailenin genellikle ilk çocuğu ergenlik dönemine girdiğinde, bir zamanlar çocuk tarafından zoraki de olsa kabul edilen ebeveyn otoritesi ve tutumu artık sorgulanmaya başlar. Ergenler ve aileleri, özgürlük ve otonomiye karşın güvenlik ve emniyet konularında sonu gelmeyen tartışmalara girmeye başlarlar. Bu konuların beraber düşünülmediği ya da konuşulmadığı durumlarda ise eyleme vurulma olasılığı artmaktadır.

* Ebeveynlerin kendi ergenliği yoğun bir şekilde hafızalarda canlanır ve o döneme ait acı deneyimlerle dolu anılar canlı bir şekilde hatırlanır.

* Cinsel konular çok fazla ön plana çıkar ve ergen, bilinçli ya da bilinçdışı süreçlerin etkisi ile anne-baba ile arasındaki ödipal durumun çözümü doğrultusunda hareket eder. Böylece anne ve baba bu alandaki (hem geçmişteki hem de halihazırdaki) başarısı ya da yetersizliği ile bir kez daha yüzleşmek durumunda kalır. Anne baba ya da küçük kardeş şimdilerde “sürekli dışarıda” olan ergen ile geçmişteki yakın ilişkilerinin kaybına ilişkin yoğun yas duyguları yaşar.

*Aile içinde haset duyguları ortaya çıkmaya başlar. Bu haset duyguları iki yönlüdür. Bir taraftan anne-baba, ergenin özgürlüğü, enerjisi ve onu bekleyen fırsatları kıskanırken, diğer taraftan ergen, hayatta uygun bir yer edinebilmek için kendilerini sınavlarla ve testlerle kanıtlamaları gerekmeyen anne babasını kıskanmaktadır.

* Ergenlik dönemi ile özdeşleştirilmiş olan kimlik arayışı aslında yaşam boyu süren bir süreçtir. Ancak bu süreç, ailenin küçük yaştaki üye(lerinin) fiziksel olgunluğa ermesi ve büyüklerin ise orta yaşa erişmesi ile belirginleşir. Ergenin krizi ile ebeveynin orta yaş krizi genellikle birbiri ile örtüşür. Ailenin o yaşa kadar güçlüklerle geliştirdiği özellikleri yara almaya başlar.

Gerçek şudur ki, birçok ergen bu dönemde, en azından erişkinlerin ilgi göstermekten anladıkları şekilde, ilgi odağı olmak istemez. Ergenin beklediği ilgi, oyuncuların seyircilerden, aşıkların sevgililerinden ya da bebeklerin annelerinden beklediği gibi bir ilgi değildir. Aile ortamında, ergen önemli ancak bir o kadar da göze çarpmayan bir konumu tercih eder. Bu konumda eleştirilmeye ya da yerilmeye davetiye çıkarmamaya çalışırken aynı zamanda başkalarını, özellikle anne babanın davranışlarını gözlemleme, acımasızca yorumlama hakkını saklı tutmaya çaba gösterir. Yeterince desteği olmayan, gergin ve espri anlayışı yeterince gelişmemiş anne babalar için, fazla dikkati çekmeyen ama aynı zamanda “her şeyi en iyi bilen” konumunda olmayı arzulayan ergen yoğun bir sıkıntı kaynağı oluşturur. Bu konum için Anna Dartington “dıştaki” tanımını kullanmıştır. “Dıştaki”nin durumu “dışlanmış”ınkinden farklıdır. “Dıştaki” grubun bir üyesidir ve grup için bazı işlevler yürütür. Ancak grubun bütünlüğüne, inanç sistemine ve yapısına çok fazla tehdit oluşturursa “dışlanmış” durumunda kalabilir. “Dıştaki” dünyayı gözlemlemek amacı için en uygun şekilde pozisyon alır. Bu sıra dışı konum yaratıcılık için büyük bir potansiyel oluşturur, çünkü alışılagelmiş deneyimlere olan entelektüel ve emosyonel uzaklık, yeni görüşlerin ve fikirlerin gelişmesine olanak verir. Bu nedenle, sağlıklı bir ergenlik dönemi gelişimi için, ergen geçici bir süre “dıştaki” konumunda kalabilmelidir. Bu konumda iken aynı zamanda kimliğini kazanmaya çalışan ergen muhalif olmaya gereksinim duyar. Bu eğilim, kendine ait düşünceleri ortaya çıkarmak için gerekli alanı oluşturma çabası anlamına gelir.

Bazı aileler için dıştaki’nin bu muhalif konumu kesinlikle kabul edilemez. Bu tür ailelerde bir aile üyesi ya ailenin tam içindedir ya da tamamen dışında kalmalıdır. Bu çatışma ailenin bilinçdışı bazı inanışlarının sonucudur; Ayrılma isteği nefretle eşdeğerdir. Altta yatan korku, ailenin sevgi rezervlerinin bu nefret karşısında tükenmesi ve ailenin katastrofik bir duruma sürüklenmesidir.

“Dıştaki” yani ailedeki ergen, kendisi için intikam peşinde koşan ya da romantik bir inzivaya çekilen biri değildir, fakat kendi dünyasını, ona öğretilenlerle değil kendi deneyimleri ile oluşturmayı arzulayan ve bu yolda kendi sosyal ortamında bile “uçuk” olarak tanımlanmayı göze almak zorunda kalan biridir. Bu sıkıntılardan uzak durmayı yeğleyen ergen ise, psikosomatik bir semptom yardımı ile ailenin çocuğu konumunu koruyabilir. Anorexia buna iyi bir örnektir.

Psikanalizin Aile Davranışlarını Tanımlamadaki Katkıları

Psikanalitik alanda aile ile ilgili yürütülen çalışmalar, bireyle ve grupla ilgili çalışmalara oranla şaşırtıcı derecede azdır. Aile işlevlerini analitik bakış açısı ile anlamaya çalıştığımızda bazen birey psikolojisinden bazen de grup psikolojisinden faydalandığımızı fark ederiz. Bunların hangisinin aileyi daha iyi açıklayabileceğini araştırmaya çalışmaktansa, her iki yaklaşımın da aynı zamanda akılda tutulması faydalı olacaktır. Aile bazı durumlarda bir grup gibi hareket ederken bazen de tek bir organizma gibi davranabilir. Tıpkı, fizikte ışığı tarif etmek için bazen tanecik modelini bazen de dalga modelini kullanmak gibi. Bu ikili hareketi akılda tutarak, ailelerle analitik çalışmalarda, bireysel ve grup psikolojisi yaklaşımlarından farklı ve esnek bir yaklaşım modeli geliştirilmelidir.

Gruplar üzerine yapılan çalışmalar;

Freud, grupların işleyişi hakkında bize çok değerli bilgileri sunmuştur ve onu takip eden birçok analist grup içi ve gruplar arası ilişkiler alanında çok önemli katkılar sağlamıştır. Kuşkusuz bunların en önemlilerinden biri W. Bion’dur. II. Dünya savaşı sırasında orduda yaptığı çalışmalarla, bireyin grup içindeki davranışı ve grubun bireye yönelik davranışları konusunda daha fazla bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Bu da bize aile içindeki davranış modelleri konusunda fikir vermektedir. Bion’un bahsettiği temel çelişki, bireyin bir yandan grubun aktiviteleri içinde tam bir birlikteliği arzularken bir yandan da bireyselliğini korumaya çalışmasıdır. Grup içindeki bireyin varlığı kabul edildiğinde grubun arzusu tam olarak yerine getirilemezken, grubun işleyişi ön plana çıkarıldığında ise bireysel gereksinimlerin yeterince karşılanmasını engelleyecektir. Benzer şekilde, aile de, bir yandan bireylerinin gereksinimlerini karşılamaya yönelik alan ayırmaya çalışırken, güvenli bir grup kimliğini korumaya yönelik çabalar da sarf edecektir.

Bunun da ötesinde Bion, bizlere grupların davranışlarının çoğu zaman, rasyonel düşünme, çalışma ve deneyimlerden öğrenme gibi yaşantıların yerine fantezilerin ve büyüsel düşüncenin etkisi altında olduğunu göstermiştir. Bu temel inanışlar ve görüşler grubun gücünü oluşturur ve bazen gerçeklik sınırlarını zorlar, ancak yine de sorgulanması ve değiştirilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu temel inanışlar bilinçdışı düzeyde tüm grup üyeleri tarafından kabul edilmiştir. Aile de benzer bir işlevin etkisi altında, bazı konuşulmamış değerler, beklentiler ve korkular aracılığı ile bireylerini bir arada tutar.

Diğer kişi ve kurumlarla, belki de tüm dış dünya ile hostil bir ilişki içinde olan ve sadece belli davranışların kabul gördüğü bir aile grubunda, farklılaşmış bir birey olma yolunda çaba sarf eden bir ergenin yaşayacağı zorluklar ortadadır.

Örneğin, 15 yaşındaki Ayşe, 3 çocuklu ailenin en küçük çocuğudur. Ablaları evlenmiş ve kendi ailelerini kurmuşlar. Ayşe’nin ergenliğe ulaşması ile anne baba diğer kızlarında yaşamadıkları kadar sorun yaşamaya başlamışlar. Ayşe’nin erkeklere olan ilgisinin önüne geçilememiş. Babası büyük bir nakliye firmasının çek ve senetlerini tahsil eden ve bunun için de gerekirse kanun dışı yolları kullanmaktan çekinmeyen biri. Anne ev hanımı ve genellikle baba ile çocuklar arasında tampon görevi üstlenmiş, ancak son zamanlarda küçük kızının davranış sorunları karşısında bu görevini yerine getiremez hale gelmiş. Anne ve baba küçük kızlarının erkek arkadaş seçimindeki özensizliğine ve kendini riske atan davranışlarına bir anlam verememektedir. Her türlü yasak bir şekilde ihlal edilmiş ve Ayşe, babasının deyimi ile “it-uğursuzla” beraber oluyormuş. Her defasında yakalanıyor ve baba erkek arkadaşı ya öldüresiye dövüyor ya da dövdürtüyor, ancak kızına laf geçiremiyormuş. Bu durumun hayatını alt üst ettiğini söyleyen baba duygularını şöyle tanımlıyordu: “Bütün İzmir benden korkar, ama koskoca Mehmet Bey bacak kadar çocuğa lafını geçiremiyor. Bu kız benim bütün değerlerimi temelinden sarsıyor, ben ben olsam çekip silahı dizlerinden vurmam lazım, aklımdan da geçmiyor değil, kendimi zor tutuyorum!..”

Bireysel psikoloji alanındaki çalışmalar;

Psikotik, borderline ve narsisistik hastaların psikanalitik olarak ele alınması bize aile içi sözel ve sözel olmayan iletişim alanında önemli katkıları olmuştur. Pre-Ödipal döneme ait psikoseksüel kuramların geliştirilmesi ve bebek gözlemlerinden edinilen yeni bilgiler ışığında, bir ailenin bütünleşme çabası ile yeni bir anlayış geliştirmeye yönelik sessiz saldırısını ayırt edebiliyor ve ayrıca ailelerin rahatsız edici duygulardan ve emosyonel acıdan korunmak amacı ile geliştirebileceği çok çeşitli savunmaları daha iyi anlayabiliyoruz.

Ödipal durum

Ailelerle çalışırken, anne babanın arasındaki ilişki ile ilgili olarak tüm aile bireyleri arasında paylaşılmış bir takım fanteziler ile karşılaşılır. Bu fanteziler bir dereceye kadar aile içi ilişkileri belirleyici rol oynar. Örneğin, eş ilişkisinin zevk alma ve mutluluk duyma olarak algılandığı bir aile ortamında, hem ebeveynler hem de çocuklar bu fantezinin bir uzantısı olan kıskançlık ve dışarıda bırakılmanın acısı ile baş etmekte sorun yaşayabilir. Bunun bir sonucu olarak, ebeveynin, çocuklarının fazlasıyla üzerine düşmeye ve eş ilişkisinin dışında bırakılma gibi olağan bir engellenmeden çocuklarını gereksiz yere korumaya çalıştığı görülebilir. Bunun bir sonucu olarak, çocukların kural tanımayan ve engellenme eşiği düşük davranış örüntüleri karşımıza çıkar. Ebeveyn ilişkisine duyulan haset duygusu, her çocuğun gelişiminin değişmez bir parçası iken, bu durumda ortaya çıkacak acıya yönelik anne babanın tavrı, çocuğun ve dolayısı ile ailenin gelişiminde önemli rol oynayacaktır. Böylece sadece bireyin değil, ailenin de ödipal durum karşısında takınacağı tavır tüm organizasyonu etkileyecektir.                                     

 Aktarım

Bir asırdan uzun süredir yapılan psikanalitik çalışmalar bize, kişinin dış dünyayı tanımlamak için, geçmiş deneyimlerini ve karakter özelliklerini, kısaca kendi iç dünyasındaki nesne ilişkileri merceğini kullandığını açıkça göstermiştir. Ancak bu sürecin gruplarda nasıl işlediğini kestirmek biraz daha güç olmuştur. Aktarım, hastanın terapiste ve terapi ortamına, bu deneyimle ilişkili bilinç dışı fantezilerin etkisiyle yansıttığı tüm duygulardır. Aktarımın tanımı en açık şekilde Freud tarafından Dora olgusunun öyküsünde verilmiştir:

 

            Aktarım nedir? Çözümlemenin ilerleyişi sırasında uyandırılan ve bilinçli hale getirilen itki ve düşlemlerin yeni basımı ya da kopyalarıdır. Ama türlerine özgü olan bir garipliğe sahiptirler, daha önceki bir kişilik ile hekimin kişiliğini değiştirirler. Başka bir biçimde söylersek: Tüm bu ruhsal yaşantı dizisi, geçmişe aitmiş gibi değil de, o anda hekimin kişiliğine uygunmuş gibi yeniden canlandırılır. Bu aktarımların bazıları modellerinden yerine geçme dışında hiçbir yönden farklılık göstermeyen bir içeriğe sahiptirler. Öyleyse bunlar – aynı eğretilemeyi koruyarak – yalnızca yeni izlenimler ya da tıpkıbasımlardır. Diğerleri daha ustaca yapılandırılmışlardır, içerikleri ılımlılaştırıcı bir etkiye – benim verdiğim adla, yüceltmeye – tabi tutulmuştur ve hekimin kişiliğindeki ya da koşullarındaki bazı gerçek sıra dışılıklardan zekice yararlanarak ve kendilerini buna bağlayarak bilinçli hale bile gelebilirler. Öyleyse bunlar artık yeni izlenimler değil de gözden geçirilmiş basımları olacaktır.

 

Kleinien görüşe göre, aktarımın şimdi ve burada terapi ortamında yaşantılanan versiyonları daha önemlidir. Bu görüşe göre, aktarım sadece bastırılmış duygular ve travmaların ortaya çıkması değil, aynı zamanda, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin bir dışa vurumudur. Böylelikle terapist, içsel nesnelerin yerine geçer ve hastanın terapötik ortama girer girmez getirdiği her malzemenin bir aktarım boyutu oluşur. Terapötik ortamda oluşan “şimdi ve burada” durumu, geçmiş ile kendini şimdiki zamanda ifade etme fırsatı bulan geçmişe ait bilinç dışı fantezilerin buluşmasıdır. Şimdi ve buradanın bu şekilde anlaşılması ve kullanılması aktarım işlevinin kapsayıcılık amacı ile kullanılmasına olanak sağlar. Terapistin kendisine yönelen farklı yansıtmaları ya da fantezileri yorumlayabilmesi, hastanın sadece bunları anlamasını değil kendi iç dünyasında yeni bir yapılanmayı sağlayacak olan kapsanmayı yaşamasını sağlayabilir. Aktarım düzeyinde çalışmanın gerçekleşebilmesi için, terapistin bunun önemine inanması ve bunun gerçekleşmesini sağlayacak sınırları netleştirilmiş terapi ortamının oluşturulması (oluşturulması-çünkü üstteki iki cümlede sağlamak geçiyor) gerekmektedir. Segal’e göre, tam bir aktarım yorumu, hastanın gerçek yaşamına ait şu andaki ilişkilerini, terapisti ile ilişkisini, bunların kendi aralarındaki ve ayrıca hastanın erken dönem ilişkileri ile arasındaki bağlantıları içermelidir. Aynı zamanda, bu yorum, içsel ve dışsal nesneler arasındaki ilişkiyi de kurabilmelidir. Sonraları, Segal bu görüşünü geliştirmiş ve pratikte tam bir aktarım yorumunun yapılabilmesinin neredeyse imkansız olduğunu ve terapistin tüm gücünü buna ulaşmak için kullanmaması gerektiğini belirtmiştir. H. Rey’in dediği gibi, aktarımı anlamak “ne, ne durumda, ne amaçla, neyle ilişkili olarak, ne durumdaki, hangi nesneye, ne yapıyor” sorularını incelemeyi gerektirir.

Aile çalışmalarında aktarımın kullanılması:

Bir aile yardım alma amacıyla bir kliniğe ya da benzeri bir kuruma başvurduğunda, kendi eski dengelerini korumaları yönünde bir duygunun kendilerini çektiğini hissedebilir. Hatta klinisyeni daha ilk dakikadan itibaren bu eski dengeyi sağlayacak kişi ya da bu aileyi yeni dengelere doğru zorlayacak biri olarak görebilir. Her iki durumda da klinisyen ve dolayısı ile çalıştığı kurum, yoğun bir aktarıma maruz kalmıştır. Her ne kadar, genelde karşımıza bir aile bireyinin bireysel patolojisi nedeni ile çıkmış olsalar da, bu aileyi oluşturan bireyler, ailenin iç dünyasını meydana getiren ortak bir kaygı ya da beklenti çevresinde toplanmıştır. Aralarındaki iletişimin genellikle bu ortak nokta ile ilişkili olduğu düşünülür. Aile ile aktarımın çalışılması demek, bir yandan her bir aile bireyinin anlatımlarına kulak verirken, diğer yandan paylaşılmış aktarım öğelerinin neler olduğunu ortaya çıkarmaktır. Dahası, aile sistemi içinde birbirleri ile geliştirdikleri bilinçdışı etkileşim örüntülerine olduğu kadar, terapist ile geliştirecekleri iletişim biçimine de yakından bakmak gerekir. Görüşmeler sırasında, bireyler arasındaki ilişki biçimi, kendi içsel nesne ilişkilerinin yansımasıdır. Aile ile beraber bunun ortaya çıkarılması, her aile üyesinin kişisel olarak bu durumdan nasıl etkilendiğinin anlaşılmasına ve yeni düzenlemeler yapılabilmesine olanak sağlar. Amacımız, sadece iletişimin içeriğini değil o iletişimin nasıl iletildiğini anlamak olmalıdır.       

Karşıt Aktarım

Karşıt aktarım kavramı, terapistin hastası ile ilişkisinde, özellikle hastasının aktarım duygularına karşı yaşadığı tüm duygu ve bilinç dışı tepkilerini içerir.

Karşıt aktarım ile ilgili üç farklı görüş bulunmaktadır;

Birinci görüşü göre; terapistin tepkileri, kendi patolojisi olarak görülür ve çoğu zaman yine kendisi tarafından üstesinden gelinmelidir. Bu görüş psikanalizin erken dönemlerinden kaynaklanır ve bir dereceye kadar günümüzde de geçerlidir. Karşıt aktarım, terapistin nevrotik sorunlarını işaret eder ve hastayı daha açık ve objektif şekilde anlayışını engeller. Bu nedenle analitik çalışmada tehlikeyi ve bilinç dışı etkilenmeyi arttırdığı düşünülür. Dahası, terapistin hastaya yönelik aktarımı olduğu, regresif, dürtüsel ve süblime duygular beslediği de varsayılır.

İkinci görüşte ise; terapistin kendisinde hastası tarafından bazı tepkilerin ve duyguların tetiklenmesi kaçınılmazdır, zaten iki insanın etkileşiminde bu kaçınılmaz bir fenomendir. Bu görüşe göre, terapistin, hastaya olan tepkilerini hasta ile paylaşması teşvik edilir ve burada bu aktarımın anlamını anlamaya çalışmaya çok fazla gerek duyulmaz.

Üçüncü görüşte ise, karşıt aktarım, tedavi sürecinin vazgeçilmez bir parçası olmakla kalmayıp önemli bir elementi haline gelmiştir. Eğer iyi anlaşılır ve iyi çalışılırsa hastanın bilinç dışı ile ilgili çok değerli bilgiler aktardığına inanılır.

Son görüş, günümüz psikanalizinde en geçerli görüştür. Freud’un erken dönem yazılarında analistin nötraliteye göstermesi gereken azami önemle ilgili uyarıları oldukça sık yapılmış olsa da, karşıt aktarım durumunun kontrollü bir şekilde analitik hedef için kullanılması konusuna vurgular ilk kez 1913 yılında yapılmıştır. Freud bu dönemde şöyle der; “ilişkideki herkes kendi bilinç dışında karşısındakinin bilinç dışını yorumlamaya yarayan bir enstrüman taşır”. Hanna Segal, 1950’deki klasik makalesinde, karşıt aktarımın sadece yararlı olmadığını aynı zamanda terapistin çalışmasında çok önemli bir enstrüman olduğunu ve iki kişi arasında özel bir ilişkiyi işaret ettiğini yazar. Daha önceki görüşlerden farklı olarak, terapist kendisinde tetiklenen duyguları hastayla paylaşması veya bu entelektüel süreç içerisinde bunlarla ilgili yorum yapması yerine, hastanın onda uyandırdığı bu duygularla bir süre kalabilmesi önerilir. Bu sayede, terapistin duygularını dışarı vurulmaktansa, bunları analitik hedefler için kullanabilmesi mümkün olacaktır.

1975’te Segal, analitik ilişki ile sıradan ilişki arasındaki ayırıma dikkati çeker. Terapistin, hastasını dinlerken, kendi duygu ve tepkilerinden de bir süre uzaklaşabildiğini ve böylece zihnini tamamen hasta ile ilgili kendi tepkilerine verebildiğini belirtir. Ayrıca hastanın terapisti ile sürekli bir sözsüz iletişim içinde olduğunu ve bu iletişimin de terapistin zihninde bir takım eylemleri harekete geçirdiğini savunur. Bu sayede terapist sadece bir ayna olmaktan öte bir kapsayıcı (container) durumundadır. Terapistin, hastanın onda uyandırdığı duyguları dışarı vurmaktansa kapsayarak içinde tutmasını, bu sayede hastanın ona yönelttiği yansıtmaları, bir süreçten geçirerek, ona anlayabileceği ve sindirebileceği şekilde geri göndermesi işlevinin önemi üzerinde durur.

Karşıt aktarım, hastanın analisti ya da terapistine yansıttığı duyguların şiddetiyle doğru orantılıdır. Hastanın psikopatolojisi ne kadar ağır ise terapist üzerine yansıtılan duyguların yoğunluğu o kadar şiddetli olacak ve terapistin bunları anlamlandırması ve bir süre kapsaması da o kadar güçleşecektir. Belki de bazı eyleme vurmalara yol açacaktır. Böyle bir durum için yansıtmalı karşıt özdeşim tanımı kullanılır. Bu, terapistin kendini belli bir duyguya kaptırmış olması anlamına gelir. Diğer bir risk ise, Segal’in ifade ettiği gibi, karşıt aktarım kavramının, hastasını anlayamadığı durumlarda terapist tarafından gereksiz yere suistimal edilmesidir.

Karşıt aktarım kavramının aile ile yapılan çalışmalardaki yeri;

Anne babaların katlanmakta zorlandıkları ya da ailede sorun olarak gördükleri durum ile kendi infantil duyguları ve fantezileri arasında bir bağlantı olabilir. Ailenin diğer üyeleri bazen kendilerine yansıtılan rolleri aile adına hayata geçirmek için görevlendirilmiştir. Bu taşıdıkları yansıtmalar, terapistte karşı aktarım olarak karşımıza çıkabilir ve bu yansıtmaları ve içerdiği duyguları anlamamızı sağlayabilir. Karşıt aktarım terapistin neyin kapsanması gerektiğini anlamasına yarayan bir unsurdur. Karşıt aktarımın kullanılması özellikle ailelerle çalışmalarda çok önemlidir. Yardımcı terapistle beraber çalışıldığında, her terapist karşıt aktarım deneyimini farklı yaşayabilir, farklı aile fertlerine ve diğer yardımcı terapiste farklı duygular besleyebilir. Bu deneyim, ailenin yaşadığı çatışmaları anlayabilmek amacı ile dışsal ve içsel ipuçlarının bir araya getirilmesini sağlayabilir. Terapötik ikili beraber çalışmanın zorluklarına ve birbirlerindeki farklılıklara katlanabilmeye ve bunu sürdürebilmeye gereksinim duyarlar. Ancak bu sayede aile ile ilişkiye geçebilirler. Karşıt aktarımda yansıtılan duyguların terapistler tarafından anlaşılabilmesi kısmen görüşme sırasında olabileceği gibi özellikle seans sonrasında beraber düşünme ve tartışmayı da gerektirir.

Böylece, bu tür bir aile çalışmasında, terapist çiftinin ilişkisi üzerinden belirli bir kapsama gelişir. Terapistin tek olduğu durumlarda bu işlev, terapistin içselleştirdiği iç dünyasındaki çift üzerinden çalışır. Anne baba çiftinin yaşadıklarına benzer deneyimleri ya da yaşadıklarının ne olduğunu onlara gösterebilmek için terapist kendi içinde yaşananlara bakabilmelidir.

 

Yansıtmalı özdeşim

Bu kavram, kendiliğin bütün ve parça halinde bir nesneye girme fantezisini ifade eder. Bu sayede kendilik ve nesne birbirleri ile ilişkide farklı ve daha üst düzeyde algıya ulaşacaktır. Bu terimi ilk kez, yaşamın ilk aylarındaki ruhsal gelişimi inceleyen Klein tanımlamıştır. Ona göre bu süreç yaşam boyu devam eder. Bu terimin tanımı ve kullanımı, Bion, Segal, Rosenfeld ve Meltzer gibi analistler tarafından geliştirilmiş ve genişletilmiştir. Bu kavram, ilkel iletişim boyutunda birbirinden farklı birçok amaç için kullanılabildiğinden oldukça kafa karıştırabilir (Örneğin, kendiliğin iyi kısımlarını içsel saldırılardan korumak, aynı zamanda kötü kısımlarından kurtulmak, nesneyi kontrol etmek, saldırmak ya da yok etmek ya da ayrılma deneyiminden kaçınmak gibi). Bion 1959’da, “Bağlanmalara Saldırı” yazısında içselleştirici özdeşimle ilişkilendirdiği yansıtmalı özdeşimi, normal gelişimin önemli bir unsuru olarak görür. Yansıtmalı özdeşimin normal işlevi, katlanılamayan yansıtmaları kapsayan kapsayıcı bir nesnenin varlığında, sembolün ortaya çıkması ve dolayısı ile iletişimin sağlanması yoluyla insan gelişiminde önemli bir aşama kaydedilmesidir.  

Segal buna ek olarak 1954’te empatinin erken şekillerinin bu süreç tarafından ortaya çıkarıldığını, yani kişinin kendisini başkasının yerine koyabilmesinin ancak yansıtmalı özdeşimle gerçekleşebileceğini vurgular.

Yansıtmalı özdeşimin gerçekleşebilmesi için yansıtan kişi geçici olarak kendilik ve nesne arasında bir ayrımlaşma yaşar. Ancak yansıtmalı özdeşim süreci kendilik algısının yok olmasına, dolayısı ile kendilikle nesne arasındaki sınırların kaybolmasına ve bulanıklaşmasına yol açacaktır. Eğer nesne yoksa ya da o anda orada mevcut değilse, o zaman yaşantı kayıp deneyiminden etkilenecek ve buna bağlı olarak da nesnenin olmayışı sembolik tasarımının oluşumu engellenecektir. Yansıtmalı özdeşimin aşırı kullanılması sonucu fantezi ve gerçek birbirine karışır ve hastanın sözel ifadesi ve soyutlama yeteneği bozulabilir.

Segal’e göre yansıtmalı özdeşimi takip eden iki önemli anksiyete vardır. Bunlardan birisi, yansıtma yapılan nesnenin aynı şekilde benzer bir yansıtma ile tepki vereceği korkusu, diğeri ise yansıtma yapılan nesnenin kendiliğin bir bölümünü hapsettiği ve kontrolü altına aldığı anksiyetesidir. Bu ikinci tip anksiyete genelde kendiliğin iyi bölümlerinin yansıtıldığı durumlarda ortaya çıkar.

Yansıtmalı özdeşimin ailelerle çalışmadaki kullanımı:

Rosenfeld’in 1969’daki makalesinde (“Yansıtmalı Özdeşimin Ego yapısında ve Psikotik Hasta ile Nesne İlişkilerindeki Önemi”), yansıtmalı özdeşim üç farklı şekilde tanımlanmıştır.

  1. Yansıtmalı özdeşimin iletişim aracı olması; bu Bion’un kapsayan/kapsanan modeli ile ilişkili bir süreçtir. Burada Rosenfeld, hastanın bilinç dışı üzerinden terapiste dürtülerini ve kendi ile ilgili bölümleri yansıttığı ve bu sayede terapistin bunları anlayabilmesi, hissedebilmesi, aynı zamanda kapsayabilmesi ve bunların katlanılamaz özelliklerine son verebilmesini anlatır. Eğer terapist bu deneyimleri yorumlayabilirse, hasta kendi dürtüleri ve duyguları ile ilgili daha önce ona anlamsız gelen ve çok korkutan bu deneyimleri anlayabilecek ve kendisine bir tehdit olarak algılamadan yaşantılayabilecektir. Bion, alıcının bu yansıtmaları kapsayabilmeye hazır olması sayesinde yansıtmalı özdeşimin bir iletişim aracı haline gelebileceğini savunur. Alıcının hazır olmasının anlamı, agresif elementler içeren bu yansıtmaları almaya açık olması, bunların etkisine katlanabilmesi ve bu sayede hastaya fantezi ile gerçeği ayırt edebilme fırsatı tanıyabilmesidir. Eğer alıcının bu özelliği yoksa ya da kısıtlı ise, bu, yansıtan tarafta bumerang etkisi oluşturacak ve yansıtılan elementler yansıtıcıya aynı şekilde işlenmeden geri dönecektir ve yansıtan kişi, bunları Bion’un deyimi ile “tarif edilemez acılar” olarak tekrar yaşayacaktır.
  1. Yansıtmalı özdeşimin istenmeyen parçalardan kurtulmak için bir savunma olarak kullanılması; buradaki mekanizma ruhsal yapıdaki gerçekliğin inkarı için kullanılır. Burada hasta katlanamadığı anksiyeteleri böler ve terapiste yansıtır. Böylece bunların rahatsız edici unsurlarından kurtulmuş olur. Örneğin, ayrılma anksiyetesi ile ilişkili kızgınlığın bir ifadesi olan agresif dürtülere karşı bir savunma gelişebilir, fakat bu durum çoğu zaman haset duygusu düzeyinde de yaşanabilir. Bu tip bir yansıtmalı özdeşim ile hasta, sorunlarını görmezden gelmeyi, bunlardan uzaklaşmayı arzular ve bu yöndeki yorumlara çok fazla ilgi göstermez, kabul etmek istemez. 
  1. Yansıtmalı özdeşimin üçüncü farklı kullanım yolu kontrol amaçlıdır. Burada hasta terapistin bedenini ve zihnini kontrol etme ihtiyacındadır. Bu genelde çok ilkel düzey nesne ilişkilerinden kaynaklanan bir süreçtir. Hasta kendisine terapistin zihnine zorla girdiğini ve orada kaldığını omnipotan bir şekilde hisseder. Tıpkı anne ve bebek ilişkisindeki gibi terapisti ile birleşmiştir ve iç içe geçmiştir. Bu sayede ayrılma deneyiminden kurtulur. Buna karşılık, kendilik algısını kaybetmenin yarattığı yoğun acılara da katlanmak zorunda kalır.

Bu üç farklı yansıtmalı özdeşim tipi tek başına yada beraberce bir hastada bulunabilir. Aralarındaki farkların tespit edilmesi, klinik yaklaşım, tedavi tekniği ve prognostik değerlendirme açısından önem taşır.  Genel olarak, eğer son ikisi (yani yansıtmalı özdeşimin bir savunma ya da kontrol unsuru olarak kullanılması) ne kadar baskınsa o zaman sıkıntı, yani sorun düzeyi o kadar yüksektir.

Yansıtmalı özdeşimin aile ile terapötik çalışmalarda kullanımı;

Yansıtmalı özdeşim kavramı rol ve bilinç dışı süreç, birey ve grup, birey ve aile gibi kavramlar arasında ciddi bir ilişki sağlar ve bu kavram sayesinde aileler bir araya gelir. Box’un 1978’de söylediği gibi, ailelerin gelişimindeki temel kavram yansıtmalı özdeşimdir.

Bu kavram bize aile için rollerin nasıl üstlenildiğini anlatır. Yani, bazı çocuklar soytarı ya da aileyi eğlendiren rolünde iken, bazıları sürekli çaresizlik yaşatan ya da sürekli, olanlardan sorumlu tutulandır. Burada mizacın oynadığı önemli rol devreye girer ve özellikle bazı karakterlerin bazı özel yansıtmalara ve atıflara daha açık olduğu görülür. Ailenin adına bazı duyguları ve işlevleri üstlenmek, kişiliğin diğer parçalarının gelişimini de engeller boyutta olabilir. Bu gibi ailelerde, çocuk, ergenlik dönemine ulaştığında beklenen ayrılma ve bireyselleşmenin şiddet olmaksızın gerçekleşmesi imkansızlaşır. Çünkü aile birbirine ve rollerine fazlası ile bağımlı hale gelmiştir. Bu yansıtmaların daha yumuşak ve kısa süreli olması, geri alınmalarını kolaylaştıracağı gibi o bireyin gerçeğinin fark edilmesine de yardımcı olacaktır. O aile bireyi, kim olması istendiği gibi değil, olduğu gibi görülebilecektir. Birçok aile için bu farkındalığın gelişmesinin ardından, anne baba için “ideal çocuk”larını kaybetmenin yası ve ergen için de anne babasının sınırlılıklarını fark etmesi ön plana çıkar (örn: zihinsel özürlü ergene sahip olma).

Yansıtmalı özdeşimi kullanarak bir arada olan gruplarda bu işlev belli düzeyde anksiyeteyi kontrol etmeye yarar. Kişi ve gruplar kendilerini acı veren durumlara karşı savunmak üzere düzenler. Bion bu düşünceyi daha da ileri götürmüş ve bu düzenlemenin değişime karşı durmanın da bir yolu olduğunu savunmuştur. Çünkü değişim kendi başına acı veren bir süreçtir ve daha önceden var olan düşünce sistemlerini sarsar. Değişim, belirsizlik, şüphe ve tehdit duyguları uyandırır. Bu duyguları tolere edebilmek gelişimin temelidir, tolere edememek ise beraberinde gelişimsel duraklamayı getirir. Burada unutulmaması gereken nokta, ergenlik dönemine giren bir üyesi olan ailede değişimin kaçınılmaz olduğudur. Ergenin bedeninde meydana gelen biyolojik gelişmeler, değişimin en büyük itici gücüdür ve buna bağlı gelişen duygusal yoğunluk karşısında ailenin değişime karşı koyması neredeyse imkansızlaşır.

Ailelerle yapılan terapötik çalışmalarda, bir ya da birden çok aile üyesinin, aile için yaşanan iç çatışmalarından kurtulmak ya da kaçınmak amacıyla bilinçdışı düzeyde nasıl bir görev paylaşımı yaptıkları ortaya çıkarılabilir. Bu tür aileler, asıl sorunu aile sistemiyle ters düşen bir aile üyesinin yarattığını ve (yansıtmaları) alıcı konumuna geldiğini bilinçdışı olarak sürekli vurgularlar. Aynı süreç sorun dışı yansıtmaların söz konusu olduğu durumlar için de geçerlidir. Örneğin; ailenin iyi çocuğu yansıtmalarına hedef olan bir aile üyesi de hayatı boyunca ve genel gelişiminde bu rolü karşılamaya çalışacaktır. Bu tür yansıtmalar aile üyelerinin bireyselliğine engel olur. Terapistler, aile ile ilişkileri sırasında kendi karşıt aktarım deneyimlerinden yola çıkarak bu yansıtmalı özdeşimi kendi üzerlerine çekerler ve belli bir alan yaratırlar. Bu sayede ailenin kabullenmek istemediği ve dışa yansıttığı bu unsurları anlamaya ve böylece bir kapsama oluşturmaya çalışırlar. Terapist unutmamalıdır ki bu süreç, ailenin başka türlü nasıl yapacağını bilemediği bir iletişim yolu da olabilir. Yansıtmalı özdeşimin dışa atma ya da kontrol amaçlı kullanıldığı durumlarda bir içgörü geliştirebilmek şiddetle reddedilebilir, bu da terapinin yarım kalması anlamına gelebilir. Bu süreci tanımlamaya çalışmak, bazen bir ya da birkaç aile üyesinin diğerleri için taşıdığı sıkıntıyı bir miktar azaltabilir ve böylece rahatlamış aile üyeleri daha önce belli rollerle tıkanmış ya da kapatılmış taraflarını daha özgürce ifade edebilir hale gelebilirler. Aktarımın çalışılması, kişinin katlanamadığı düzeydeki duygularını dış dünyadaki başka nesneler yerine kendi içine (geri) yansıtmasını sağlayacaktır.

13 yaşındaki Ahmet’i annesi okulda yaşadığı sorunlar nedeni ile kliniğimize getirdi. Şiddetli davranım bozukluğunun yol açığı sorunlar nedeni ile Ahmet okuldan uzaklaştırılmak üzereydi. Eşinden yıllar önce ayrılmış ve Ahmet’i yalnız büyütmek zorunda kalmış olan anne çaresizlik içindeydi. Bu küçük aile ile yürütülen aile çalışmasında, Ahmet yaşadığı sorunları annesine şu şekilde açıklama şansı buldu: “Okul ile ilgili sorunlar nasıl oluyor biliyor musun, bak anlatayım. Sen (anneye) güneşsin, ben de ay. Dünya da (beni göstererek) dışarıdaki insanlar, yani okulum, yani anneannem. Ben, senden gelen ışıkla önce kendimi aydınlatıyorum, sonra da dünyaya yansıtıyorum, yani ilişkilerime. Ama bazen sende patlamalar oluyor, aynı güneşteki patlamalar gibi. İşte o zaman senden gelen ışık o kadar fazla oluyor ki nereye yansıtacağımı bilemiyorum. O zamanlar seninle de arkadaşlarımla da aram açılıyor.”

İçselleştirilmiş Özdeşim

Bu kavram, bir nesnenin farklı yönlerini, özelliklerini ve becerilerini içselleştirmeyi ve zamanla bunlarla özdeşim yaparak kişinin kendi karakteri gibi algılaması anlamına gelir. Meltzer bu sürecin oluşmasında temel unsurların, ayrılığın ve yakınlaşma-uzaklaşma özgürlüğünün kabullenilmesi olduğunu ifade eder.

İçselleştirilmiş özdeşimin aile ile terapötik çalışmalarda kullanımı;

Ailenin, terapist ile görüşme dışında kalan zamanlarda, sorun alanlarını çalışabilme ve sindirebilme deneyimi gösterdiğinde ve bunu yaparken, bu becerinin başka bir yerden alındığını kabul edebildiğinde, içselleştirilmiş özdeşim sürecinin başladığından söz edilebilir.­ Terapistin işlevini ve sorun giderme yollarını taklit etmektense, bu şekilde içselleştirmek daha sağlıklı ve kalıcı bir yoldur.

Bu durum, yansıtmalı özdeşimin bir savunma olarak kullanıldığı durumlardan farklıdır. Yansıtmalı özdeşim savunma amaçlı kullanıldığında, nesnenin özellikleri haset ve rekabet duyguları yaşanmadan gizlice ve sinsice sahiplenilir.

İçselleştirilmiş özdeşim terapiste sadece özgürlük tanımakla kalmaz, onun görüşme sırasındaki çalışmasına yönelik bir hayranlık ve saygıyı da içinde barındırır. Bu tür hayranlık mutlak bir idealizasyondan ayırt edilmelidir.

Yansıtmalı özdeşimin aksine içselleştirilmiş özdeşimin ortaya çıkması, gerçeği değerlendirme kapasitesi ve kendiliğe ait olanla olmayan arasındaki ayrımı yapabilme becerisini gösterir. Böyle bir durumda nesnenin kötü özelliklerinin içselleştirildiği ama kendilikten ayrı tutulduğu fark edilebilir.

Paranoid Şizoid – Depresif Durum

Bu terimler, Melanie Klein tarafından zihinsel gelişimin farklı evrelerini tanımlamak için kullanılmıştır. İlki (paranoid-şizoid durum), daha ilkel mekanizmalar olan bölme, idealizasyon ve inkarı içeren bir süreçtir. İkincisi (depresif durum) ise, daha gelişmiş bir aşamadan bahseder. Bu evrede bütün bir nesne ile ilişkili sevgi ve nefret duygularının bölünerek farklı parçalara ayrılmasından çok, bir araya getirilmesi kapasitesi ve bir arada tutulma kapasitesini içerir. Bu kapasite bireyin nesne ile ilgili kaygı duyabilmesi ve onun yokluğunda hayatta kalabilmesini ifade eder. Bu sayede kişi, sembolik olarak o nesneyi zihninde yaşatabilir ve onun ayrı bir nesne olarak varoluşuna katlanabilir. Bion’un çalışmalarından sonra bu iki durumun farklı zihinsel durumları ifade ettiği ve zaman zaman birbirlerine üstünlük sağladıkları gösterilmiştir. Farklı zamanlarda kişi bu iki durumdan herhangi birisinin etkisi altında yaşayabilir. Bir kişinin paranoid-şizoid durumunu hiç yaşamamış olması diye bir şey söz konusu değildir. Bu iki durum arasındaki dalgalanmaya katlanabilmek de yine depresif durumun getirdiği bir kapasite sayesinde olur.

Bu iki durumu daha detaylı inceleyecek olursak;

Paranoid-şizoid durum; Yaşamın ilk aylarında yeni doğan oldukça düşük düzeyde algısal güce sahiptir ve kavramsallaştırma kapasitesi çok kısıtlıdır. Anne ya da bakım veren nesneye ait bazı kısımları (yani gözleri, yüzü, memesi, elleri vb) tek bir insana aitmiş gibi algılayamaz. Bu düzeyde, ayrıca normal bir gelişimin başka bir özelliği olarak, bir yandan doyum veren davranışlar, doyum veren deneyimler ve nesneler aranırken, diğer taraftan acı veren ve örseleyen deneyimler, sanki kötü ve terk eden kısmi nesneler tarafından yaşatılıyormuş gibi algılanır. İyi nesnenin yok olması ya da iyi nesnenin olmayışından ötürü yaşanan örselenmeler ve yoksunluklar sanki bir kötü nesnenin varlığı gibi algılanır.  Bu dönem aynı zamanda egoda ve nesnede iyi ve kötünün ayrımının yapıldığı bir dönemdir.

Depresif durum: Erken bebeklik döneminde, yavaş yavaş bebek anneyi tek bir insan gibi algılamaya ve onunla ilgili çatışmalı duyguları yaşamaya ve taşımaya katlanabilir hale gelir. Zihin bu yönde gelişirken iyi ve kötü ayırımı arasında köprü oluşmaya başlar ve bu yüzden yeni doğan kendi hostil duygularının, fantezilerinin sadece onu yoksun bırakan nesneye değil, doyum sağlayan sevgi nesnesine de (aynı nesnenin farklı yönleridir)  zarar verebileceğini ve yok edebileceğini düşünür. Bu entegrasyon sayesinde bebek anneye yönelik kaygılar yaşamaya başlar, çünkü kendi hostil duyguları sevgi duygularına baskın gelmiştir. Bu dönemde acı veren ve anksiyete yaratan durumlara katlanabilme kapasitesinin gelişmesi yani depresif durumda uzlaşma sağlanabilmesi, gelecekteki gelişme ve olgunlaşma için önemlidir. Bu tür bir uzlaşmayı sağlayamayan bir bebek için daha ilkel bir düzeyde, saldırıya uğrayacakmış ve yok edilecekmiş kaygılarından oluşan tehdit edici bir anksiyete doğar. Bu durum, kişiyi daha fazla sıkıntı içine sokacaktır. Depresif durumla baş etmede bir başarı sağlanacaksa bu, kendiliğin nesneye yönelik zararının ya da hostilitesinin yol açtığı depresif anksiyetenin fark edilmesi ve kabullenilmesi sonucu oluşur. Bu tür bir anksiyeteye yönelik gelişen tolerans, sorumluluk duygusunun, verilen zararın ve hasarın tamir edilmesi davranışının ve yaratıcılığın gelişmesini sağlar.

Depresif durumun yaşamın birinci yılında başlayan işlenme süreci tüm yaşam boyunca devam eder. Bu tür acı veren duygulardan kaçınmaya yönelik paranid-şizoid duruma gerileme ya da manik düzeye bir kaçış gibi farklı savunma düzenekleri bulunur. Depresif duruma ilişkin anksiyetelerle, yaşam boyunca, özellikle kişisel krizlerin ya da gelişimsel değişimlerin olduğu, ergenlik, menopoz, orta yaş krizi gibi durumlarda, tekrar ve tekrar uzlaşma sağlanması gerekir.

Paranoid Şizoid – Depresif Durum kavramlarının aile ile terapötik çalışmalarda kullanımı;

Ailelerle yapılan çalışmalarda, öncelikle, ailenin yaşadığı çatışmalara dışsal bir kapsama sağlayarak aile fertlerinin depresif duygularını kapsayabilmeleri için içsel bir kapasite geliştirmelerine yardımcı olmaya çalışılır. Bu, aynı zamanda, kendiliğin istenmeyen bölümlerini ya da tehdit edici nesnelerin yansıtmalı özdeşim yoluyla dışa yansıtılmalarını da azaltacaktır.

Kapsama – kapsayıcılık (Containment):

Bu kavram Bion’un kapsayan (anne) / kapsanan (bebek) modeline aittir ve Klein’ın yansıtmalı özdeşim mekanizması tanımından köken alır. Bir bebeğin anneye yansıttığı duyguların, gereksinimlerin ve istenmeyen bölümlerin kapsayıcı anne tarafından kapsanması işlemidir. Bu işlev, Bion’un tanımı ile annedeki reverie kapasitesi ile mümkün olur. Bunun anlamı, annenin bebeği tarafından ona yansıtılanlara açık ve hazır olması, daha sonra bebeğine bu katlanılmaz duygularının ve sıkıntılarının aslında anlaşılabilir ve katlanılabilir olduklarını anlatabilecek bir zihinsel kapasite gösterebilmesidir. Bu sürecin içselleştirilmesi ve annenin kapsama kapasitesi ile özdeşim sayesinde, kişinin hayatında yeni deneyimler yaşamayabilmesi, bunların getirdiği duygusal yoğunluğa -bunlardan rahatsız olmaksızın- açık olabilmesi mümkün olur. Bu, kişinin belli bir deneyimi zihninde anlaşılır biçimde tutabilmesi, kendisine ve dünyaya bakış açısına katkıda bulunmasına izin vermesi anlamına gelir. Yani, kişinin bir yandan kendi bilgi ve deneyimlerini muhafaza ederken diğer yandan geçmiş deneyimlerini her an ortaya çıkabilecek yeni fikirlerle tekrar yapılandırabilmeye hazır olması durumdur.

Kapsayıcılık kavramının aile çalışmalarındaki yeri;

Terapist, ailenin çeşitli örselenmelerden doğan aktarım düzeyindeki ansiyetesine katlanabilmeli ve ailenin bu anksiyetesini arttırmak yerine yatıştırmak yönünde hareket etmelidir. Kapsamanın oluşabilmesi için, ailenin aksi yöndeki yansıtmalarına rağmen terapistin kendisinin yeterliliği ve iyiliği konusundaki algısını kaybetmemesi gerekir. Çünkü başlangıçta bu konuda aile tarafından bir şüphe geliştirilecektir. Öte yandan, tıpkı annenin bebeğine yaptığı gibi, aileden gelen istenmeyen duyguları onların anlayabileceği ve sindirebileceği şekle sokana kadar kendinde tutabilmesi gerekir. Bu sayede beklenen, ailenin yaşayarak öğrenme prensibinden yola çıkarak, büyümesi ve kendi içsel kapsama kapasitesini geliştirebilmesidir. Kapsama kapasitesini geliştirme prensibi, hem bireysel hem de grup çalışmaları için oldukça önemlidir. Ancak aile ile çalışmalarda bu durum, aile bireyleri arasındaki çatışmalı yansıtmalar ve aile bireylerinin farklı özdeşimleri nedeni ile oldukça karmaşıklaşır. Çift terapist çalışıldığı durumlarda, her terapist partnerinin yaşadığı karşıt aktarımı ve engellenmeleri hem görüşme esnasında hem de sonrasında bir süre için de olsa kapsayabilmelidir.                

İç Dünya

Kişinin hayatında sevdiği ya da nefret ettiği kişilerden oluşan bir nesneler dünyasıdır ki buna kişinin kendi farklı yönleri de dahildir. İç nesneler fantezi düzeyinde var olurlar. Her birinin bilinç dışı düzeyde sanki gerçekmiş gibi algılanan bir takım aktiviteleri vardır. İç dünya diye tanımlandığında içsel nesneler dış dünyadakilerin birebir karşılığı değildir. İnfantil fanteziler ve yansımalarla şekillendirilmiştir. İç dünya kişisel ilişkilerin bir yönünü yansıtır. Burada olan her şey diğerine yönelik istek ve taleplerini içerir ve kendiliğe yönelir ya da iç dünyamızla ilişkimiz tıpkı dış dünyamızla ilişkimiz gibi kendi içinde hayatı algılayışımızla şekillenerek gelişir.

İç dünya kavramının ailelerle çalışmada kullanılması:

Ailelerle çalışmada önemli bir nokta, ailelerin kendi iç dünyalarını çalışma sayesinde değiştirebilme şansı sağlayabilmektir. Burada yapmaya çalıştığımız, birçok farklı yollar kullanarak aile ilişkilerinde yaşanan çatışmaları ve ilişkilerinde birbirlerine karşı oynanan oyunları ve dinamikleri ortaya çıkarmaktır. Kişinin iç dünyasındaki ilişki örüntüleri, dış dünyadaki ilişkilerinde ve aynı zamanda terapötik ortamda da tekrar yaşantılanır. Aile ile çalışmadaki hedef, ailenin aktarım yoluyla terapiste ailenin iç dünyasını gösterebilmesini sağlamaktır. Bireysel düzeyde bir iletişim, ailenin herhangi bir ferdinden geliyor gibi görünse de aynı zamanda ailenin paylaşılmış bilinçdışı fantezilerinin de bir aktarımı olacaktır.

Fantezi;

Bu kavram bastırılmış fantezilerden çok bilinç dışı zihinsel süreçlerin içeriğini anlatır. Bir fantezi dürtünün psişik tasarımıdır. Bilinçdışı fantezi olarak yaşantılanmayan herhangi bir dürtü, içgüdüsel bir istek ya da tepki yoktur. Fantezilerin en erken ortaya çıkışı, libidinal ve yıkıcı dürtülerin zihinsel süreçleriyle olur. Bu dürtüler, duygular ve her türlü savunma, fantezi olarak deneyimlenir ve bu da, zihinsel hayata yön ve amaç verir.

Segal, bu düşünce tarzının psikoanalitik anlamda ego gelişimine katkılarını şöyle açıklar; fantezi oluşumu egonun bir işlevidir. Egonun yardımıyla dürtünün zihinsel bir ifadesi haline gelen fantezi, Freud’un tahmininden daha organize ve daha üst düzeyde bir ego yapısı gerektirir. Egonun doğumdan itibaren dürtü ve anksiyeteler sayesinde fantezi ve gerçeklik düzeyinde ilkel nesne ilişkilerini oluşturabilme gücü vardır.

Her an iletişim içinde olmasak da fanteziler, her zaman etkindirler ve sadece patolojik durumları değil, bireyin yaşamı boyunca insan hayatını aktif şekilde etkilerler. Normal ve patolojiyi ayıran, beraberindeki arzu ve anksiyete, bunun diğerleriyle ve dış gerçeklikle nasıl bir ilişki içinde olduğudur. Bir fanteziyi sembolize etme kapasitesindeki sorunlar, kendisini gelişimsel konuşma, oyun oynama ve çalışma düzeyindeki sorunlarla gösterir. Bilinçdışı fantezi dışsal gerçekle süre giden bir etkileşim içindedir. Gerçeğin algılanması ve yorumlanmasından etkilenebileceği gibi bu algılanmayı ve yorumu da etkileyecektir. Fantezi, bilinç düzeyindeki fantezilerden, örneğin gündüz düşlerinden, gerçekten uzaklaşmak adına yapılan fantastik eylemlerden farklıdır. Fantezi temelde bir savunma düzeneği olmasa da savunma amaçlı da kullanılabilir. Örneğin; yoksunlukla ilişkili bir dış gerçekten kaçınmak için fantezilerin doyumunu sağlamak ya da dürtüsel doyumun fantezilenmesi gibi. Bir başka örnek ise, acı veren bir depresif duruma karşı manik bir fantezinin işleme konması gibi bazı fantezilerden doğan duyguya karşı savunma amacıyla başka fantezilerin harekete geçirilmesidir.

Fantezi kavramının aile ile çalışmalarda kullanılması:

Fantezinin aile çalışmalarındaki yeri ile aktarımın terapötik amaçla kullanılması arasında önemli bir ilişki bulunur. Aile içinde yaşanan ilişki güçlükleri, bir ölçüye kadar, ilkel nesne ilişkilerinin fantezi düzeyindeki işlevi nedeni ile ortaya çıkmaktadır. Görüşme sırasında üzerinde çalışılan konunun çekirdeğini, iç dünyadaki, fantezi düzeyindeki ilişkilerin aktarıma yansıması oluşturur.

Bion, grup yaşantısının, grubun bilinçdışı düzeyde paylaştığı ilkel zihinsel süreçleri ve temel insan fantezilerini nasıl harekete geçirdiğini göstermiştir. Aileler gibi kurumsallaşmış gruplarda, bu fanteziler kristalleşmiş bir hal alır ve o grubun yaşantısına ait hale gelirler ve sürekli bir yansıtma ve içe alma etkileşimi içersinde aile üyeleri arasında paylaşılırlar. Bu nedenledir ki aile ile çalışmalarda, yorumların genelde bireysel değil gruba yönelik yapılması gerekmektedir. Bu yorumlarla amaç ailenin etkileşiminin altında yatan fantezileri açığa çıkarmaktır.

Aile İle Dinamik Yönelimli Terapötik Çalışma

Aileyi bir bütün olarak ele almayı hedefleyen bu tür bir yaklaşımın temelinde, öncelikle değerlendirme amacı ile, tercihen iki klinisyenin ve ailenin katıldığı, aileye sorunlarını açığa çıkarabilmek için 3 ya da 4 görüşmelik bir alan sağlanması yatar. Süresi kısadır ve bilinçli düzeyde tedavi anlaşması yapılmasını gerektirmez. Ancak aileye sıkıntılarından uzaklaşma ve hareket edebilme fırsatı tanıyabilir. Genellikle kronolojik öykü almaya ya da sorunların kaynakları ile ilgili hipotezler kurmaya daha az öncelik verilir. Haftalık görüşmelerde klinisyenlerle aile arasındaki ilişki derinleşir ve aile yaşantısına hakim olan inanışlar ve fantezileri araştırma şansı doğar. Klinisyenin yorumları, daha çok duyguların yoğun olduğu alanlara, ailenin kendi içindeki etkileşim özelliklerine ve klinisyenlerle kurdukları ilişki biçimine yöneliktir. Aile ile terapötik çalışma gibi kısa süreli bir girişimde, klasik psikanalizde olduğu gibi aktarım yorumları yapmanın uygun olmayacağı bir gerçektir. Ancak bu gerçek, bizi bu çalışma sırasında aktarımın nasıl geliştiğini izlemekten ve uygun anlarda bunu geri bildirmekten alıkoymamalıdır.

Bu yaklaşımda klinisyen üç temel noktaya dikkat eder;

1. Aile bize bilinçli düzeyde ne söylüyor ve şikayetleri ne,

2. Birbirlerine olan davranışları ile bize ne anlatıyor,

3. Belki de en önemlisi, süreçte bize yaşattıkları karşıt aktarım duyguları doğrultusunda kendi iç dünyalarında baş etmekte zorlandıkları ve kapsanmasını istedikleri duygular nelerdir.

Yani kısaca klinisyen, ailenin şikayetlerinin ardındaki gerçeklere ulaşmaya çalışmalıdır. Burada, klinisyenin ailenin grubunun altta yatan anksiyeteleri ve bilinçdışı kaygıları ve bunlardan korunmak amacı ile geliştirdiği savunma davranışları ile karşılaşacaktır.

Bu yaklaşımı “aile terapisi” olarak tanımlamak yerine “aile ile terapötik çalışma” tanımlamasının daha uygun olacağı kanısındayım. Bu yaklaşımın kendi başına bir terapötik değeri vardır. Bu düzeyde bir yardım, ailenin gereksinimine ve kliniğin sunabileceği hizmete karşılık gelebileceği gibi, daha yoğun sorunlar yaşamakta olan ailelerde, aile terapisi ya da bireysel terapiye geçiş için uygun bir hazırlık dönemi sağlayacaktır. Bazı durumlarda bireysel yardımı şiddetle reddeden ergene yardımcı olabilmenin tek yolu, aileyi temel alan çalışmalar planlamaktır, aksi takdirde ergen asla kliniğe gelmeyecektir.  

“Başarılı” Bir Aile Çalışması Örneği;

Mine 18 yaşında bir genç kız. Yeme bozukluğu tanısı ile pediatri servisinde yattığı süre içinde psikiyatrik tedavisini üstlenen ekibimizin ortak düşüncesi bu ailenin değerlendirmeye alınması yönündeydi. Anne, baba, Mine ve 21 yaşındaki ablasına 3 görüşmelik bir çalışma önerildi. Bu çalışmayı, Mine’nin pediatri servisindeki yatışı süresince psikiyatrik tedavisini üstlenen klinisyenle beraber yürüttük.

Şimdi bu görüşmelerden bazı kesitlere göz atalım ve şu ana kadar tartışılan bilinçdışı süreçlerin aile içi dinamikleri ne denli etkilediğini birlikte görelim;

İlk görüşmede babanın aşırı detaya kaçan, baskılayıcı ve adeta tüm duraksamaları dolduran konuşması oldukça dikkat çekiciydi. Klinisyenler dahil kimsenin konuşmasına izin vermek istemeyen bir tarzı vardı. Mine yemek sorunundan bahsetmeye çalışırken bir kez daha araya girip “Ben çok dürüst biriyim, kızlarımı da öyle yetiştirdim, onlar da hiç yalan söylemez” dedi. Ortada saklanması gereken, en azından konuşulması sakıncalı konular olduğu anlaşılıyordu. Bu yöndeki yorumumuza, anne, “kızım yüksek seslerden rahatsız olur” diyerek yanıt verdi. Yani ortada konuşulması ve aynı zamanda duyulması aile için çok sıkıntı verecek konular vardı ve bunlara girmemiz istenmiyordu. Abla, benzer dönemde kendisinin de yeme sorunları yaşadığını ancak kendi gücüyle bunu aştığını anlattı. İşaret ettiği dönem, üniversiteye gitmek için evden ayrılmayı planladığı dönemdi. Ancak İzmir’de bir fakülteyi kazanmış ve ailesi ile yaşamaya devam etmeyi tercih etmişti. Şimdi ise her iki kardeş için yeni bir ayrılma süreci başlıyordu. Abla fakülteden mezun oluyor ve Mine de üniversite sınavına giriyordu. Bu sürece odaklanıldığında, babanın aniden kızlarına ilişkin yoğun cinsel kaygıları ortaya çıktı. Kötü yola düşmelerinden çok korktuğu için evlenmeden önce erkek arkadaşları olmasını istemiyordu. Görüşme boyunca ben ve partnerim babadan bize ve aileye, özellikle kızlarına yönelik yoğun bir baskı ve tehdit hissettik. Sanki kibar ve anlayışlı kimliğinin altında istismarcı bir özellik taşıyordu.

İkinci görüşme, babanın arabayı park etmek için gecikmesi nedeniyle onsuz başladı. Mine ve annesi hastaneye ve tedaviye yönelik özlemlerini dile getiriyorlardı ki baba içeri girdi ve görüşmenin havası birden ilk görüşmeninkine benzedi. Baba, sürekli ve detaylı bir şekilde, geçtiğimiz hafta Mine’nin bir kız arkadaşının, yanına bir erkek arkadaşını alarak Mine’yi ziyarete geldiğini ve bundan rahatsız olduğunu anlattı. Belli ki, baba benim partnerim tarafından bu aile çalışması için görüşmelere dahil edilmemden huzursuz olmuştu. Bu görüşmede, konuşmalar çok büyük bir oranda baba ve benim aramda geçmişti. Partnerim tıpkı ailenin diğer bayan üyeleri gibi kendini pasifize edilmiş ve düşünmek için hiç alan bırakılmamış hissettiğini belirtti. Anne bu yorum üzerine kızları için mesleğini yapmaktan vazgeçtiğini, ancak akademik hayatının başarılarla dolu olduğunu anlatmaya başladı. Fakülteyi birincilikle bitirmiş ve ilk çocuğunun doğumundan sonra çalışmayı bırakmıştı. Güç de olsa pişmanlığı ve desteklemediği için eşine yönelik öfkesi ile yüzleşmeye çalışırken, baba tekrar araya girerek, karısından memnun olduğunu ancak yaklaşık bir yıl kadar önce diyabet hastası olduğunu öğrendikten sonra yaşamının sona erdiğini ve tüm aile mutluluklarının çok etkilendiğini belirtti. Anlaşılan, babanın diyabet tanısı alması babanın kaybı ile eşdeğer yaşanmıştı ve bu süre içinde baba 20 kilo kaybetmişti. Ailenin kendileri ile ilgili bir acıyı ya da çatışmayı işlemek için yeterli alan bulamadıkları açıktı. Sanki bu gerçekleşirse, babanın tasarladığı aile bütünlüğü tehlikeye girecekti, böyle bir olasılığa karşı baba her türlü tedbiri almaya çalışıyor ve bunun için aile üyelerini kendi ölümü ile bile tehdit ediyordu. Benzer bir tehdidi kendimize yönelik de hissetmiştik. Bunun yorumlanmasının ardından abla evde hiçbir duyguyu rahat konuşamadıklarını, bunun nedenini de tam bilemediğini söyledi. Anne “sanırım babandan bize vakit kalmıyor” diyebildi. Mine tüm görüşme boyunca sessiz bir şekilde oturmuştu ve tam bu noktada “babamı çok seviyorum” dedi. Baba bu söz üzerine hayatta en büyük isteğinin son bir kere ailesi ile tatile çıkmak olduğunu belirtti. Ona göre, kızları evlendikten sonra artık onları tamamen kaybedecekti. “Son bir kere ailecek Kapadokya’yı görelim istiyorum”. Bu aile şimdiye kadar hiç ayrı kalmamıştı, o nedenle ayrılık, parçalanma ve yok olma ile eşdeğerdi. Bunu da bizim gündeme getirdiğimiz ve aileyi bu yönde zorladığımız duygusu ile baba, bu dış tehlikeye karşı ailesini bizden korumaya çabalıyordu. Ancak bu arada aile fertlerinin bireysel ihtiyaçları da hiç duyulmuyordu.

Üçüncü görüşmenin başında Mine konuşmaya başlayarak, geçtiğimiz hafta dershane sınavında aşırı sıkıntı ve heyecan nedeni ile sınavı yarıda bıraktığını ve bu yıl üniversite sınavına girmemeye karar verdiğini ağlayarak anlattı. Ertesi gün dershaneden kaydı silinmişti. Baba, kızının daha fazla üzülmesini istemediği için kararını memnunlukla karşıladığını bildirdi. Annenin ise tereddütleri vardı. Bu görüşmenin planladığımız son görüşme olduğuna dikkati çektik ve Mine’nin dershaneye devam etmek istememesini, bir anlamda ailenin de bu çalışmaya devam etme konusundaki zorluklarına benzettik. Bu yorum üzerine Mine’nin kırılganlığı ve destek ihtiyacı üzerinde duruldu. O henüz üniversiteye hazır değildi. Mine’nin yeme bozukluğu şikayetleri, narin ve kırılgan yapısı, sanki bize ailenin bazı özelliklerini de tanımlıyordu. Mine sanki ailenin sağlıksız yapısını ve birbirlerine olan patolojik bağımlılıklarını temsil ediyordu. Önceleri bu benzetme kabul görmedi. Daha sonra ablanın yardımı ile, babanın bir takım davranışlarının (alkol aldıktan sonra kontrolsüz kusmaları ve her gün eve geldikten sonra salonun ortasında anneye kendisini ovdurması) ev içinde herkese rahatsızlık verdiği ve en çok Mine tarafından beden yakınmaları (mide bulantısı, kusma, yüksek sesten rahatsız olma gibi) olarak dile getirildiği konusunda hemfikir oldular. İlk kez ailenin bayanları bir araya gelerek babanın bir davranışını eleştirebildiler ve baba da bu eleştirileri büyük bir olgunlukla karşıladı. Sanırım bu olgunluk ne ailesine ne de bize pek gerçekçi gelmemişti. Nitekim biraz sonra, bu çalışmanın sonucunda ne gibi yollar izlenebileceği tartışmaya açıldığında, baba kesinlikle ileri bir yardımın gerekmediğini savundu. Anne ve iki kardeş ise öncelikli olarak Mine’nin bireysel gereksiniminin karşılanması ve belki de ek olarak, bir süre daha aile görüşmelerine devam edilebilmesini istediklerini belirttiler. Ancak babanın şiddetli muhalefetine bir kez daha karşı koyamadılar. Son bir çaba olarak, bu konuyu bir kez daha beraber düşünebilmek için 3 hafta sonrasına bir görüşme daha planladık.

Bu görüşmeye aile 20 dakika geç geldi. Görüşme boyunca Mine’nin ne kadar iyileştiği ve bu tedaviden ne kadar çok faydalandığı, bana ve partnerime yönelik minnet ve şükran duyguları defalarca vurgulandı. Gerçekten de yeme bozukluğuna ait yakınması yok denecek kadar azdı. Kilo almıştı ve beden algısı normale dönmüştü. Deskriptif açıdan hasta şifa bulmuştu. Öte yandan, baba hastalığın başlamasında tetikleyici olduğunu düşündüğü okul arkadaşları ile görüştürmeyi düşünmüyordu. Bu, bize de net bir mesajdı. Baba tarafından aile görüşmeleri destekleyici olmaktan çok, çatışmaları tetikleyici olarak algılanıyordu ve sürdürülmemeliydi. Gereksinim duyduklarında tekrar başvurabileceklerini hatırlatmak dışında bir yol kalmamıştı. Çalışmanın bitimini büyük bir sevinçle karşıladılar, vedalaştık ve ayrıldık. Odadan çıktıktan sonra hep birlikte kliniğin koridorunda duran tartıda sırayla tartıldılar ve coşku ile uzaklaştılar.