ERGEN ve YARATICILIK

 

      “Müziğin en zor tarafı doğaçlama yapmaktır ve yaşlandıkça bu daha da zorlaşır.”

      John Briks (Dizzy) –Büyük Caz sanatçısı

 

Giriş

Ergenlik ve yaratıcılık arasında özel bir ilişki olduğu son yıllarda sıkça kabul gören bir görüştür. Bu iki kavramın beraber anıldığı literatürler giderek artmaktadır. Bazı yazarlar, yaratıcılığın özel bir anlam ifade ettiği ve ergenlik döneminde yaşanan yeniden yapılanma sürecinin yaratıcılıktan farklı ele alınması gerektiğini savunsalar da, bu konudaki yazıların büyük bir çoğunluğu, yaratıcılığın, ergenlik dönemine özgü gelişimsel hedeflere ulaşmada önemli bir rol üstlendiği ve ancak yaşamın bu döneminde yaratıcılığın gerçek anlamına ulaşabildiğini savunmaktadırlar. Bu görüşe göre yaratıcılık ilk kez ergenlik döneminde gelişir. Çocukluk kendine başına yaratıcı bir dönem değilidir ancak ergenlik dönemindeki yaratıcılığın oluşum aşamasıdır.

 

Bu yazıda, ergenlik döneminin doğal bir gelişim özelliği olarak yaratıcı oldukları ve bunun “kalıcı bir kendilik” oluşumundaki katkısı üzerinde durulacaktır. Dahası, bu özelliğin ergenlerin ruhsal sağaltımında olumlu bir unsur olarak kullanılması, yaratıcı terapilerin ya da terapide yaratıcı yöntemlerin kullanılmasının bu döneme özgü sorunların çalışılmasında sağladıkları avantajlar da tartışılacaktır.

 

      Yaratıcılık

İngilizce yaratıcı kelimesi “creative”, Latince “creare – yapmak ”, ve Yunanca “krainein –gerçekleştirmek” kelimerinden türemiştir. Bu iki kök te yaratıcılığı yeterince çağrıştırır ancak asıl önemli olan yapmak ya da gerçekleştirmenin ne zaman ve nasıl başladığı sorusudur.

 

      Frued’un psikanalitik kuramı geliştirdiği ilk dönemlerde dürtüler ve onların evrimi ile oldukça yoğun şekilde incelemiştir. Ona göre, dürtüler değişime ve yönlendirmeye uğraması gereken bir enerjidir. Libidinal enerji bastırma ile kontrol edilir ve yaratıcı çalışma bu sürecin sublime edilmiş şeklidir. Freud, primer sürecin – yani bilinçdışının, ikinci süreç  -yani bilinç düzeyi ile seyircide bilinçdışı doyum sağlamak üzere bir araya gelmesini yaratıcı bir çalışma olarak tanımlar. Örneğin, yaratıcı bir eylem sırasında, artist, dissosiyasyon gibi ilkel psişik mekanizmaları kullanıyor olabilir. Kendini büyüsel düşünceye kaptırmış hatta megolamanik biri gibi görünebilir. Ancak daha yakından incelendiğinde, sanatçının içindeki ilkel tarafı kendi kontrolünde tuttuğu ve yüksek düzeyde bir entegrasyon yaşadığı görülür. Yaratıcı kişi, olağandan daha yoğun algılamasını ve hissetmesini sağlayan inanılmaz düzeyde bir enerjiye sahiptir. Kris bu tip kişileri “id içeriğine, bu içerik tarafından bunalmadan,  kolayca ulaşabilme özelliğine sahip olan, primer süreç üzerinde kontrol sahibi ve psişik işlevsellik düzeyleri arasında gerektiği kadar hızlı hareket edebilen kişiler” olarak tanımlamıştır. Yaratıcı kişinin bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı zihinsel işlevler arasında salınabilme gibi olağandışı bir kapasitesi vardır.

     

      Yaratıcı kişilerin ödipal döneme yönelik çatışmaları hemen her zaman ön plandadır. Ancak ödipal karmaşayı ve bununla ilişkili olarak dürtüsel yoğunluğu sanatsal bir ürüne döndürebilme becerisi gösterebilirler. Yaratıcılığın başarıya ulaşabilmesi dürtüsel motivasyonun yoğunluğu ve ikili (libidinal – agresif) özelliğinin ustaca kullanılmasının bir sonucudur.  

     

      Kleinien bakış açısında, yaratıcı süreçte, yaratıcılık, sembolizasyon ve geçiş nesnesinin önemi büyüktür. Düşünme ve artistik yaklaşım üzerine yapılan çalışmalar, Kleinien anlamda “depresif durum”, sembolik düşünme ve yaratıcılık arasındaki içsel ilişkiyi göstermiştir. Depresif durum açısından ele alındığında, onarma işleminin temelinin sembolik düşüncenin oluşması ve geçiş nesnesi olduğu görülür. Birbiri ile ilişki içinde olan bu süreçler açısından incelendiğinde yaratıcı kişi ve yaratılan ürün gelişimsel açıdan yaşamın ilk ayları ile bağlantılıdır.  Bu görüşe göre yaratıcılık, anne ve annenin memesi ile sembolize edilen kaybedilmiş ideal infantil nesnelere yönelik onarma ve restore etme özleminden kaynaklanır.

     

      İlham geldiği “an”lar kendilik ve nesne ayrımlaşmasının regresif olarak ortadan kalktığı ve yerine geçiş sürecinin geliştiği dönemlerdir. Yaratılan nesne, erken dönem geçiş nesneleri gibi, kısmen kendiliğe, kısmen diğerine, ancak ne kendiliğe ne de diğerine aittir. Depresif anksiyete, nesnenin yok edilmesi ve tekrar onarılması döngüselliği içinde yaratıcılığın ortaya çıkmasını sağlayan itici güçtür. Anksiyete ve yaratıcılık birbiri ile ilişkilidir. Klein, yaşam ve ölüm dürtülerinin arasındaki karşılıklı etkileşiminin katlanılabilir düzeyde yaratıcı bir gerginlik yarattığını savunur. Yas tutabilme becerisinde artış yaratıcılıkta artışı beraberinde getirir.

 

      Klein, onarma sürecinin yas tutabilme becerisi ile farklılaşabileceğini belirtir, böylece yaratıcılık, nesne tasarımının özlemi ile tutulan yasın tamamlanması için yapılan yapay bir çabadır. Artistin yaratıcı dürtüleri, deneyimin geçici olma özelliğinden kendini koruma amacı taşır. Artist, sadece kendini değil kaybettiği nesneyi de ölümsüzleştirmeyi arzular. Özlem duyulan nesnenin yokluğu, erken dönem algıların canlanmasına yarayan egonun hizmetinde bir regresyona yol açar ve bu bir sanat eserini ortayaçıkarabilir.

 

      Kleinien geleneğinin bir temsilcisi olan Hanna Segal, sanatçının çalışmalarının bir yandan yaratma fantezilerinin doğrultusunda, yeni bir eser ortaya koymaya yönelik olduğu diğer yandan ise sembolik düzeyde eskiyi onarma ve tekrar oluşturma çabasından güç aldığı çelişkisine dikkati çekmiştir. Her yeni yaratılan, aslında bir zamanlar bütün olarak sevilen ancak şimdi parçalanmış ve kaybedilmiş nesnenin tekrar yaratılmasıdır. Artist sıklıkla eserini sembolik anlamda bebeği gibi hisseder. Bu anlamda yeni bir nesne olarak hissedilir.

 

      Artist sanatsal çalışmalarında, kendi infantil depresif durumunu işler ve sadece kendi iç dünyasını ve iç nesnelerini bir onarma ve yeniden yaratma çabasıyla kalmaz, bunu dışsallaştırarak ona dış dünyada bir hayat verir. Segal, artistik yaratıcılığın depresif durumun onarma çabasından kaynaklandığını savunur. Ancak bu erken döneme ait ruhsal yapının entegrasyonu ve işlenmesini gerektirir. Entegre edilmesi gereken o dönemlere ait kaos ve tehdit altında olma kaygıları ve entegrasyon sırasında kaybolan ideal tasarımlarıdır.

 

      Segal, sanatçının kendi iç dünyası ile anlık farkındalıklar yaşadığını belirtir. Bu farkındalık çoğunlukla iç ve dış dünyanın birbirinden ayrımlaştırılabilmesi ile birliktedir. Dış gerçekliğin bu şekilde farkında olabilmek yaratıcılık ve sanrısal düşünme arasındaki temel ayırımdır. Yaratıcılığın en önemli özelliği, dış ve iç dünya arasındaki sınırların kaybolması ile ayrımlaştırılması arasındaki hassas dengenin korunmasıdır, bu sayede mistik deneyimlerden ve en önemlisi akıl hastalığından farklı bir düzlemde ele alınabilir.

 

      Artist kendi yaratıcı kapasitesi ve kısıtlılıklarına ilişkin muazzam bir farkındalık içindedir. Bu kısıtlılıklarını bir yandan kendi yararına kullanır bir yandan ise yenmeye çalışır. Gelişimsel olarak, yaratıcılık ilerlemeyi beraberinde getirir ve infantil, çocuksu ve erişkin tip işlevselliklerin karışımından oluşur. Kendiliği ile ilişkide olan, yani yaratıcı dışavurumlara sahip olan artist, anksiyetesini herhangi bir inkar ya da sanrısal yola başvurmadan ifade edebilir (bütünleşmiş kendilik). Diğerleri ise, yetenekli olsun olmasın, artistin yaratıcı çalışmasının büyüsü içinde yer alabilir ve hatta onun değerini anlamadan taklit etmeye çalışabilirler (yamalı kendilik).

     

       

 

Ergenlik

 

      Kimlik gelişimi, bilişsel ve affektif değişimlerin kişi üzerindeki etkinliği, bağımsızlık ve bireyselleşme için gereken deneyim yaşama ve bireysel ve sosyal beklentiler, hızlı değişime ayak uydurma çabası, deneyimlerin zenginleşmesi ergenlik döneminin genel özellikleridir.  

 

      Blos’un klasik çalışması “Ergenlik Üzerine”den sonra, bu uzun dönemin aslında birbirini izleyen alt dönemlerden oluştuğu geniş kitlelerce kabul gören bir görüş olmuştur. Erken ergenlik döneminin psikodinamiği, libidinal ve agresif dürtülerin şiddetlenmesi ve dağınıklığı, düzen sağlamak amaçlı erken bağımlılık ilişkilerine geçici regresyon, kastrasyon anksiyetesinin yeniden canlanması, Ödipal çatışmanın yeniden ortaya çıkması ve egonun görece zayıflaması olarak özetlenebilir. Orta ergenliğin hedefleri ise, primer nesne bağlarının gevşemesi, dürtülerin yönelimin netleşmesi ve genellikle artmış bir narsisizmin eşlik ettiği, aşık olma ile yas tutma arasında devinim yaşama olarak sıralanabilir. Son olarak, geç ergenlik dönemi, egosintonik ve kişilikle uyumlu çatışmaların gelişmesi, erişkin tip cinsel tercihin belirlenmesi, megalomanik amaçlardan uzaklaşarak çevresel ve bireysel imkanlarla sınırlı hedeflere yönelme ve kişinin dış dünyada kendine bir yer edilmeye çalışması ile karakterizedir.

 

Ancak, P. Blos, E. Jones ve E. Erikson gibi klinisyenler kişilik gelişiminde ergenlik döneminin önemini giderek daha fazla vurgulamaya başlayanların başında gelirler. Blos’un kuramsal anlamda en büyük katkısı kişiliğin ergenlik döneminde tekrar yapılandığı ve son şeklini aldığını tanımlamasıdır ve bu süreci ikinci bireyselleşme olarak isimlendirir. Onun yazılarında ortaya koyduğu düşünceye göre, kişilik yapısında belli bir sürekliliğe ve kalıcılığa ancak ikinci bireyselleşme sürecinin tamamlanması ile ulaşılabilir. Blos, “kişilik yapısının ulaştığı gelişimsel hedef”, “dürtü ve ego yapısının uyumu” ve “sürekli bir kendiliğin yapılanması” gibi cümleleri ancak ergenlik sonrası dönemi anlatırken kullanır.

 

      Mahler’in kuramına göre birinci bireyselleşme yaşamın ilk 3 yılı içinde, kendilik ve nesne sürekliliğinin sağlanması ile tamamlanır. Bu sürecin sonunda, sembolik bir membranın yırtılarak bebeği bireyselleştiği belirtilir. Ergenlikte ise, aile bağımlılığından uzaklaşma, infantil nesne bağlarının kaybedilmesi, ego ideallerinin oluşumu erişkin dünyasında yer alabilmek için gerekli aşamalardır. Ergenliğin sonlanması ile birlikte, kendilik ve nesne tasarımlarının yerleşmesi ve sınırlarının netleşmesi ve bu sayede kişiye dengeli bir otonomi kazandırması beklenir. Bilişsel gelişimde, somut düşünmenin yerini soyut düşünmenin alması ile otonomi düşüncesinin kavramlaştırılması mümkün olur. 

 

      İkinci bireyselleşme süreci dürtüsel yapıda ve ego işlevlerinde önemli değişiklikler gerektirir. Ergenlik döneminde ego, ide oranla görece olarak zayıflar çünkü; (a) puberte ile cinsel dürtülerde yoğunlaşma olur, (b) latens dönemde ego genişlemesini sağlayan ebeveyn ego desteği bu dönemde ergen tarafından reddedilir. Ayrıca süperego da gücünü kaybeder ve yeni ego ideallerinin oluşturulması için arayış içine girer. Depresif durumun uygun şekilde işlenmeye çalışılmasına rağmen belli bir ambivalans ortaya çıkar. Süperegonun yumuşaması, deneyimleme çabalarında ve anne babadan gelecek tehdit kaygısına karşı belli bir rahatlama sağlar. Gerçeklikten geçici olarak uzaklaşılabilir.

 

İkinci bireyselleşme süreci regresif (gerileme) ve progresif (ilerleme) hareketlerinin birbirini izlediği bir süreçtir. Blos’a göre regresyon, sadece ergenlik dönemi için, gelişimsel açıdan gerekli, bütünleyici ve sağlıklı olarak ele alınabilir. Bu döneme özgü regresyon, duygusal olgunluğa ulaşmada ilerlemenin ön koşuludur. Nesne ilişkilerinin ayrımlaşmamış düzeyine kısmi bir regresyon gerçekleşir ve ergen depresif durumda erken dönem ayrılıklarına yönelik infantil tutkuları ile ilişki içine girer. Olgunlaşabilmek için eski yapıların tekrar ele alınması ve kısmen değiştirilmesi gerekmektedir. Psikolojik anlamda progresyon ve regresyon salınım kapasitesi yaşamın başka hiçbir dönemi ile bu kadar uyumlu değildir.  Temel sevgi ve nefret nesnelerinden ayrılma sürecinde ortaya çıkan ambivalans bu dugularla baş edilmesi, tekrar çalışılması, kapsanmasını ve sonuç olarak kabullenilmesini gerektirir.

 

Artan sosyal talepler ve beklentiler, dış kaynaklı ansiyetenin artışına neden olur. Bu tür beklentiler ve dürtülerin yol açtığı içsel çatışmalarla yüzleşmek zorunda kalan ergen anksiyete ve çatışmadan kaçınmak için daha erken dönemlerde etkin olan narsisizm, oral açgözlülük ve sadizm gibi ilkel tepkilere geri dönmeyi seçebilir.  Ergenin ilerlemesi bu regresif sapmalar olmadan normal yolunda gidemez. Regresyon, duygusal olgunluğa ulaşmada ilerlemenin ön koşuludur. Dolayısı ile bireyselleşme, egonun “ileri gitmesi” ve “ergen gelişiminin hizmetinde regrese olmasını” birlikte içerir. Bu birbirine zıt iki saptamanın anlamanı beklide en iyi Nietsche’nin ünlü benzetmesiyle açıklayabiliriz;

 

“Geriye gittiğini söylüyorlar, gerçekten de öyle, çünkü zıplamaya çalışacak”

  

                   

 

      Aşık, şiirlerini sevgilisinin yanında yazmaz. Çünkü, var olduğu durumda onun yokluğu için yas tutmanın gereği kalmaz ve ideal sevgiliyi aramaya gereksinimi azalır. Ergenlik, ilk sevgi nesnelerinin terk edilmesi ve çocukluk geçmişinin bir daha geri gelmemek üzere uzaklaşması nedeni ile yas tutma ile ilişkilendirilmiştir. Anna Freud’a göre ergenlik ve yas tutma, sevginin ve sevgi nesnesinin bir daha geri gelmeyeceğini kabullenme anlamında aynı acı çekme sürecini paylaşırlar. Feragat etme, geçmişte kalan anıların ve sevgi ilişkisinin geri gelmeyeceğinin farkında olarak, hatırlandığı, tekrar yaşantılandığı ve hissedildiği bir süreçtir. Geçmiş yaşantıların anılarda kalması gerektiğinin giderek daha fazla hissedilmesi ergenin yaşamın geçiciliğini farkına varılmasına yol açacaktır. Ergenin yas tutma süreci sayesinde kazandığı bağımsızlığa ilişkin her türlü işlev, infantil nesne tasarımlarından uzaklaşabilme ile geçerlik kazanır. Bunu, aile dışı heteroseksüel sevgi nesnelerine psikolojik ve fiziksel yakınlaşma izleyecektir.

 

      Ergenlikte Yaratıcılık

 

     

 

Neden birçok ergen şiir yazar, tekrarlayıcı şekilde popüler şarkılar dinler ya da son rap parçalarını söylemeye çalışır? Birçok ergenin yazdığı şiirlerde sanatsal unsurlara pek rastlanmaz ve genelde bir çeşit sivilceyi andırır ama yine de olgunlaşma yolunda vazgeçilmez bir özelliktir. Bu bize ergen gelişminin kısmi regresyon üzerinden gerçekleştiğine bir örnektir. Yaratıcılığın gelişim sürecinin daha iyi anlaşılması, bize ergenlik dönemindeki kafiyelerin, fantezi düzeyindeki primer yaşantıların şiirsel bir yapı içinde bilişsel bir çözüm arayışı olduğunu gösterecektir. Bu gözle görülür çaba, aslında altta yatan ambivalans ile baş edebilme ve kabullenme sürecinin bir parçasıdır.  Ergenlik dönemindeki şairlik yas tutmayı temsil etmektedir. Bir yandan sevilen ve arzulanan nesneden ayrılmanın acısı ve diğer yandan bu sevgiyi anılarda ölümsüzleştirme arzusu, lirik bir anlatımda anlam kazanır.

 

Kimliğe ilişkin sorunların halledilmesi ve kalıcı kimliğin gelişmesi, Ödipal çatışmaların canlanması, otonomi ve bağımsızlık kazanma yönündeki baskılar gibi özgün çatışmalar ve gelişimsel hedefler, yaratıcılığın bu dönemde ortaya çıkmasındaki en önemli etkenlerin başında gelir. Ergenlik döneminde yaratıcılığın ön planda olduğu alanlara yönelik ilgi ve yatırımın olması, sağlıklı bir kimlik oluşumunu kolaylaştırır, dahası, kimliğin özel bir bölümünü oluşturarak yaratıcılığın yaşam boyu devamını sağlayabilir.

 

       “Aradaki alan” ya da ergenlik, kişiliğin arandığı ve bulunduğu yerde korunmaya çalışıldığı bir dönemdir. Ancak ergen gelişimsel ambivalansın labirentleri arasında yaratıcı bir şekilde kalıcı kişiliğe giden yolunu deneyerek bulmak zorundadır.

 

     

      Yaşam boyu düşünme süreçlerini şekillendiren fanteziler, yaşamın hiçbir döneminde bu kadar belirgin değildir. Düşünmedeki akışkanlık bu dönemdeki yaratıcı başarıların bir göstergesi olabilir. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki salınımlar ortaya “kültürel alan” olarak değerlendirilebilecek bir alan çıkarır. Yaratıcılık ile onarım çabası arasındaki döngüsel hareket ergenlikte aktif hale geçer ve bütünleştirici sembolik tasarımlar en üst noktasına ulaşır. Segal belirttiği gibi sembolizasyon nesne ile ilişkiden doğan anksiyete ile baş etme çabasıdır. Onarıma çabasına yönelik yaşantılar ergenlik dönemi gelişimsel krizinin çözümlenmesinin en önemli bölümünü oluşturur. Bağımsızlık arzusu ergende anksiyete yaratır ve böylece yaratıcılık için gerekli gelişimsel ortam gerçekleşmiş olur. Bu detekleyici hareket erişkinliğe doğru olan olgunlaşmayı hızlandırır.

 

      Sharfstein, yaratıcı aktivitenin otonomi yönünde gelişimi hızlandırdığına vurgu yapar. Freud’a göre, çocuğun cinsel gelişiminde, cinsel dürtüler geliştikçe, başarısızlıklarla karşılaşılacak ve bu onun infantil omnipotansında kırılmalara neden olacaktır.  Bu duygu ergenlik dönemine taşınır.

 

      Anna Freud ergenin bir daha hiçbir zaman olamayacağı kadar yaratıcı olduğunu belirtir. Bazı düşünürler ergenlik ve yaratıcılık arasındaki ilişkiye yönelik önemli saptamalarda bulunmuşlardır. Örneğin, Goethe, Eckermann’la bir konuşması sırasında şöyle der “Olağanüstü başarılar genellikle gençlik ile bağlantılıdır… doğuştan dahileri kendilerine has kişilerdir. Diğer insanlar sadece bir kez yaşarken, onların ergenliği tekrarlayıcıdır…”. Ona göre, yaratıcılığın sırrı yaşam boyu ergen kalabilmektir.

 

Bağımsızlığın kazanılması arzusu, anne babadan ayrılma deneyiminin tekrar yaşanmasına bu da depresif durumun ortaya çıkmasına yol açar. Bu durum sembol öncesi döneme ve ilkel sembollere regresyonu tetikler. Eğer yaratıcılığın yas tutma sürecini temsil ettiği kabul edilirse, bunun ergenlikte sıkça karşılaşılan bir durum olduğuna şaşırmamak gerekir. Ergenlikteki yaratıcılık, infantil nesnelerin kaybedilmiş çocukluğunu onarma çabası olarak görülebilir. Zamanın geçiciliği, kayıp ve ölüm gibi temalar yas tutma sürecini temsil eder ve eğer başarıya ulaşırsa, ergenlik dönemi yaratıcılığın alanında olumlu gelişmelerle birlikte ergenlik döneminin kapanmasını sağlar.

 

Yüksek düzeyde üreten yaratıcı kişiler yaşamları boyunca bir dizi ergenlik tipi krizler yaşarlar, ilgi alanları, ilgi odakları ve yaşam şekilleri değişikliğe uğrar. Cevabını aradıkları bir sürü soruları ve kendilerine has tarzları ve yetenekleri vardır. Bu soru ve sorunlarla kendilerine has yöntemlerle baş ederler. Yaratıcı eylem süresince, sanatçının ilkel tarafı ile kişiliği arasındaki sürekliliği sağlayan düzenleme işlevi geçici olarak görev yapamaz. Ergenlik döneminde bu tür bir düzenleme işlevi henüz oluşum aşamasındadır. Yetenekli ve güvenli ergen egosunun bu henüz tam düzenlenmemiş yapısından faydalanabilir ve yaratıcı aktivitelerde kendi yararına kullanabilir. Özellikle matematik ve fizik alanında birçok mucidin, gençlik döneminde parlamasının nedeni bu olabilir. Öte yandan, kişilik yapısındaki bu düzensizlik bir psikopatoloji gelişimi için de uygun bir zemin hazırlayabilir. Yaratıcı beceriler ile ruhsal sorunlar sıklıkla birlikte bulunabilir.

 

Yaratıcı bir erişkin, egonun düzenleme işlemini ve sürekliliğini geçici süre ortadan kaldırma kapasitesine ve becerisine sahip kişidir. Bir başka değişle, geçici bir süre ergenlik dönemine özgü ego düzeyine yani, canlı ve hareket dolu gençlik ateşine geri dönmektedir. Sanatçı, tekrarlayan çatışmaları, yetersiz düzeydeki bastırma savunması, erken gelişim dönemlerine olağan dışı şekilde ulaşabilmesi ve birincil süreç deneyimleri ile ergen gibi yaşar.

     

      Ergen Psikoterapisinde Yaratıcılığın Yeri

      Ergenler, herkesin bildiği gibi, onlarla etkişleşim içinde olan herkese bir dizi sorun yaşatabilir. Terapistler bu konuda istisna teşkil etmez. Ergenlerle psikoterapi, terapisitin çok yönlü ve becerikli olmasını ve aktif dinleme, gözlemleme, özdeşim modeli olma, güvenli bir ortam sunma, eğitim, cesaretlendirme ve teşvik sağlama, sınırları belirleme, açıklık getirme, aktarım, karşıtaktarım ve dirençleri yorumlama gibi bir dizi karmaşık terapötik müdahaleyi başarı ile yapabilmesini gerektirir. Terapinin sanatsal tarafı bu güçlüklerle uzlaşma yollarının bulunmasında yatar. Blos’a göre terapist kendini öncelikle narsisitik bir doyum nesnesi olarak sunmalıdır. Çünkü ergenin temel amacı çatışmaların çözümü değildir ve terapi bu amaç üzerine kurulmamalıdır.  Laufer çifti de ergenlik öncesi geçmişin ergenlik krizi yatışana dek, bir başka deyişle ergenliğin sonuna dek, yorumlanmamasından yanadır. Anna Freud göre ise “Ergen analiz edilemez. Bu giden bir trenin arkasından koşmaya benzer” der. Özetle, ergenlerin terapisine ilişkin detaylı bir yönerge mevcut değildir. Dahası, neredeyse ergenlerle çalışan tüm klinisyenler işe ergen hastalarla uğraşmanın zorluklarını anlatmayla başlarlar.

 

Terapi gören ergen, özellikle, kırılgan, savunmasız ve daha da önemlisi stresle baş etme de yeni yöntemleri öğrenmeye açıktır. Kendi yaratıcı tarafını keşfetmesine yardımcı olabilecek her türlü girişim, ergenin bilinçdışı kaygılarının, katlanılabilir bir ortamda, ortaya çıkmasını sağlar. Bu sayede ergen ve terapist, yaşanmakta olan çözümsüzlük duygusunun üstesinden gelmek için yeni kaynaklara ulaşabilir. Ergenin yaratıcı köklerine ulaşabilmesi ruhsal sağlığının sürekliliği açısından da büyük önem taşır. Duygu ve düşüncelerin daha önce deneyimlenmemiş bir yolla ve derinlikte aktarabilmesi, ergenin kendini ve başkalarını anlaması yolunda yeni beceriler kazanmasını da beraberinde getirir. Yaşam-ölüm, umutsuzluk, beden algısı, kimliğe ve benlik algısına olan tehditler, örselenmeler, aşk, öfke ya da nefret gibi duygular açık, dürüst, destekleyici ve güvenli bir ortamda daha sağlıklı bir şekilde ele alınılabilir.

 

Bir olgu örneği;

     

      “Meltem, 16 yaşında kız ergen, aşırı doz (annesine ait) antidepresan alımı sonrası birkaç gündür yaşamsal işlevlerin kontrolü ve tıbbi bakım için yoğun bakım ünitesinde yatmaktadır. Doktorları tarafından, hastaneden taburcu edilmeden önce rutin olarak çocuk ve ergen psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir. Psikiyatrist ile ilk görüşmesinde kendi ile ilgili hiçbirşey söylemek istememiş ve her soruya “bilmiyorum” ya da “konuşmak istemiyorum” şeklinde yanıt vermiştir. Bu görüşmeleri ve psikiyatrik değerlendirmeyi tamamen çıkmaza sokmuş ve Meltem’in ruhsal durumu hakkında fikir sahibi olmak imkansız hale gelmiştir. Genç kız bir sonraki gün tekrar görüşmeye zorla ikna olur. İkinci görüşmenin başından itibaren benzer bir süreç başlar, görünüşe göre Meltem kendini güvende ve anlaşıldığını hissedene dek tüm kapılarını dış dünyaya kapalı tutmaya kararlıdır. Psikiyatrist bir süre daha Meltem’i konuşturmaya çabaladıktan sonra, genç kızın sehpanın üzerinde duran kağıt mendil kutusundan aldığı kağıtlarla farklı şekiller yapıp bozduğunu fark eder. Bu duruma odaklanıldığında, Meltem resim yapmayı sevdiğini ve mimarlığa ilgi duyduğunu belirtir. Bunun üzerine psikiaytrist, Meltem’den elindeki kağıtları ve odadaki diğer nesneleri kullanarak ortada duran sehpanın üzerine son zamanlardaki sosyal hayatınının resmini ya da heykelini yapmasını ister. Genç kız şaşırtıcı bir şekilde kolayca bu teklifi kabul eder ve kısa bir süre sonra canlı ve dikkatli bir şekilde odada dolaşarak yapacağı heykel için nesneler aramaya koyulur. Birkaç dakika sonra, sehpanın üzerinde özenle yerleştirilmiş birçok nesne bulunmaktadır; kendini temsil eden “kağıt mendil kutusunu” ortaya koyar. Ona çok yakın bir yere sırasıyla erkek arkadaşı ve en yakın kız arkadaşını temsil eden bir “tükenmez kalem” ve “ataç kutusu”nu yerleştirir. Annesinin yerine koyduğu “yapma çiçek” ve babası için kullandığı “tel zımba” biribirine oldukça yakın ancak kağıt mendil kutusundan belirgin derecede uzakta durmaktadır. Son olarak, okulu temsil eden kalın bir “ders kitabı”nı sehpanın en ucuna yerleştirir. Hoşuna gittiği her halinden belli olan çalışmasını bitirdikten sonra, psikiyatrist Meltem’den sehpadan biraz uzaklaşıp sosyal yaşantısına ilişkin yarattığı sembolik eseri seyretmesini ister. Psikiaytrist daha sonra Meltem’e eserinde herhangi bir ekleme ya da değişiklik yapmak isteyip istemediğini sorar. Bunun üzerine genç kız gözyaşlarına boğulur çünkü yaptığı heykelde çok sevdiği ama bir o kadar da kıskandığı kız kardeşini koymayı unutmuştur.  Meltem’e göre kendinden 2 yaş küçük kız kardeşi yaşamın her anında ondan daha iyidir ve bu nedenle anne babası her zaman onu tercih etmektedir. Şimdi kapılar biraz aralanmış, ve Meltem kendini anlatmaya hazır hale gelmiştir……”

     

      Bu olgu örneği belli bir terapötik tekniğin tanımlanması ya da bu alanda uzanlaşmış bir klinisyenin yapılandırılmış görüşmesi değildir. Daha çok bu yazının amacına uygun düştüğüne inandığım, kendiliğinden gelişen ve yönlendirilen bir olgu görüşmemden alıntıdır. Daha öncede belirtildiği gibi, ergenin yaratıcı tarafını keşfetmesine yarayan her türlü çaba, bilinçdışı malzemesini ölçülebilir ve kontrol edilebilir biçimde ortaya çıkarır. Bu da hem ergenin hem de terapistin “tıkanmışlıktan” duygusundan kurtulabilmek için yeni yollar bulmalarını sağlar.

     

      Sonuç 

 

      Yaratıcılığın başarıya ulaşabilmesine ilişkin geleneksel psikanalitik düşünce bunun ergenlik döneminin biyopsikososyal konumundan ve gelişimsel hedeflerinden kaynaklandığını göstermektedir. 

 

      Yaratıcı kişilerin tek ortak yanlarının id ya da erken dönem ego durmuna ve birincil süreçlere geçişteki olağandışı yetenekleri olduğu belirtilmektedir. Bu kesinlikle ergenlik döneminin de bir özelliğidir. Ergenlik dönemi de, sanatsal etkinlik gibi, ego hizmetinde bir regresyondur.

 

      Yaratıcı köklere ulaşmak hastalık durumları için olduğu kadar sağlıklı süreçler için de yeni kaynaklar sunar. Kendini algılayabilme ve ifade edebilmeyi daha önce denenmemiş yollarla ve derinlikte yapabileceğini keşfetmek, ergenin kendi farkındalığını geliştirmesi ve başkalarını anlayabilmesi için bir dizi yeni beceriler kazanmasını sağlar.

 

      Winnicott  dediği gibi;

 

       “Kişinin, hayatın yaşamaya değer olduğunu hissetmesi, her şeyden önce yaratıcı algılarına bağlıdır… Yaratıcı şekilde yaşamın sağlıklılık olduğuna inanırız.”

   

     

     

      Ergenlik ve yaratıcılığın ortak özellikleri

 

 

Ergenlik

Yaratıcılık

Egonun hizmetindeki regresyon

İde, egonun erken dönemleri ve birincil süreçlere kolayca ulaşabilme

Bilinç ve bilinçdışı arasındaki salınım.

Tamamlanmamış represyon

Yinelenen çatışmalar

Anksiyete

Yas tutma